26 Temmuz 2018 Perşembe

Kültür Aktarımında Kitap ve Fotoğraf Sanatının Önemi


  • KÜLTÜR AKTARIMINDA KİTAP VE FOTOĞRAF SANATININ ÖNEMİ Ekmek, biçmek anlamındaki Almanca ‘’cultura’’ sözcüğünden türetilmiş olan ‘’kültür’’ sözcüğün geniş ve kapsamlı anlamları vardır. Amerikalı düşünürlerin çok önceden kültürün önemini fark etmiş olmaları ve kültüre 180den fazla anlam yüklemeleri tesadüfî değildir. Bu, yeni bir devlet oluşlarının bir gereğidir. Ancak burada kültürün anlamı onların (ABD’lilerin) anlayışına göre değil, daha çok Avrupa düşünürlerin anlayışına göre incelenecektir. Almanların önemli filozoflarından biri olan Imanuelle Kant’ın ‘’kültür; insanın elinden ve beyninden türettiği her şeydir’’. Ayrıca ‘’el, beynin de bir uzantısıdır’’ felsefesine dayanarak kültür kavramının açılımı yapılmaya çalışılacaktır. Aristoteles haklı olarak evrende var olan her şeyi ikiye ayırıyor; birincisi evrende kendi başına var olan şeyler, ikincisi ise kendi başına var olan şeylere eklenen şeyler. Gerçekten evrende kendi başına var olan şeyler, doğada insanın varlığını zorunlu kılmayan şeylerdir. Güneşin, Ayın, Gezegenlerin, dağların, ovaların var olması için insanın varlığı zorunlu değildir. Onlar insan olmadan önce de vardı. Doğada kendi başına var olan şeylere eklenenler ise insanın düşüncesinden ve elinden üretilerek türetilen şeylerdir. Esasında kültürün özü de budur. İnsan aklının ürünü olan kültürün genel anlamda geniş kapsamlı oluşu, kültürün bünyesinde bulunan eğitim, sanat, felsefe, edebiyat, tarih ve bunlara benzer diğer insani değerlerin varlığından kaynaklanmaktadır. Her insan toplumu kendi kültürel değerlerini kendileri yaratır. Ayrıca, değişmeyen kültürler olmaz, her türlü kültürel değerler zaman içinde değişebilir. Eski nesillerin ortaya koyduğu kültürel değerleri yeni nesillere aktarma görevini de eğitim üstlenmektedır. Kültürel öğelerin önemlilerinden biri de yukarıda yazıldığı gibi sanat’tır. Arapçada ‘’yapmak’’ anlamına gelen ‘’sanaga’’ fiilinden türetilmiş olan bu sözcük de çok geniş bir anlamda kullanılıyor. İlk dönem insanların yaşadığı mağara duvarlarında çizmiş oldukları resimler bir sanat ürünü olduğu gibi, modern bir insan eliyle bir fotoğraf makinesi vasıtasıyla çekilen bir kare fotoğraf da bir sanattır. Çizilen resim veya çekilen fotoğraf gelecek insanlara bırakılan önemli belgelerdir. Resim sanatı ilk insanlardan günümüze kadar her zaman vardı. Ancak fotoğraf sanatının geçmişi o kadar eski değildir. Gerçi fotoğrafın kökenini ilk insanlara kadar indiren düşünürler vardır ama gerçek öyle değildir. Fotoğraf makinesinin tek bir kişi tarafından icat edildiği söylenemez. O daha çok, değişik zaman içinde birçok insanların çalışmalarının ortak ürünüdür. Joseph Niepce, 1816 yılında bir mücevher kutusu ve bir mikroskoptan alınmış bir mercekle ilkel bir fotoğraf makinesini yapmayı başardı. William Talbot adındaki bir İngiliz 1835 yılında, önceden Niepce tarafından yapılmış olan negatiften ilk pozitif baskıyı yapmayı başardı ve görüntünün uzun ömürlü olmasını sağladı. 1839 yılında da Louis Daguerre görüntüleri gümüş plak üzerine almayı başardı. 1852 yılında George Eastman, Kodak makinelerinde 10 poz çekebilen bromür kaplı jelâtin rulolar bulunan Kodak fotoğraf makinelerini piyasaya sürdü. 1888 yılında da Kodak firması film, banyo ve baskı ücreti içinde olan, 100 pozluk filmi bulunan fotoğraf makinelerini piyasaya sürdü. Bu makinelerini ‘’düğmeye basın gerisini bize bırakın’’ reklam sloganlarıyla satılıyordu. Günümüzde fotoğraf çekimini, özellikle maddi yönden, çok kolaylaştıran sayısal (dijital) fotoğraf makinelerini Kodak’ta mühendis olarak çalışan Steven Sasson ve bir grup teknisyen arkadaşları tarafından 1975 yılında gerçekleştirildi, 1978 yılında patenti de alındı. Ancak Kodak bu prototipi 2001 yılına kadar kamuoyuna duyurmadı. Yaşadıkları yıllarda fotoğraf makineleri henüz icat edilmiş olmadığından yaşadıkları anı belgeleme duygularını kaydetmek için, Johann Wolfgang von Goethe(1749-1832) İtalya Seyahatı’ında, Alexandre Dumas (Baba 1802-1870) Kafkasya seyahatinde yanlarında birer ressam bulundurdukları bilinmektedir. Goethe, 4 Eylül 1786 tarihinde Almanya’da Regenburg’ten hareket ederek üç ay süresince Rönesans’ın ortaya çıktığı İtalyan topraklarında bir ressam arkadaşıyla dolaşarak ‘’İtalya’ya Seyahat’’ adlı iki ciltlik bir gezi kitabı yazdı. Ressam arkadaşı gezilen torakların coğrafi güzelliklerini resmederken kendisi Rönesans’ın sebeplerini ve etkilerini merak ettiğinden coğrafi güzellikleriyle birlikte tanınmış Rönesans ressamların ve heykeltıraşların eserleri hakkında da bilgileri kitabında aktarmaktadır. Fransız Alexandre Dumas(baba), Moynet adlı ressam bir arkadaşıyla 1858 yılının Kasım ayında Saint Petersburg’tan hareket ederek üç ay boyunca Moskova, boydan boya Kafkasya, Bakü, Tiflis ve sonunda Poti’den Şubat 1859’da bir gemiyle Paris’e dönerler. Ressam Moynet, bu yörenin coğrafyasıyla ilgili güzel resimler sunarken Dumas ‘’Kafkaslar’’ adıyla Türkçemize çevrilmiş olan eserinde Rusya ve Kafkasya ülkelerinin halkları ve onların görenekleri ve gelenekleri hakkında bilgi aktarmaktadır. Gezi notları olarak yazılan bu kitabında Dumas çok ilginç bilgiler aktarmaktadır: ‘’Saint Petersburg ve Moskova dışında hiçbir yerde sabah kalkınca bina içinde ve yakınında yüzlerini yıkamak için temiz su olmadığı gibi tuvaletleri de yoktur. Yüzlerini yıkamak için değişik teknikleri var; önce elleriyle ağızlarına su dolduruyorlar; sonra ağızlarındaki suyun bir kısmını ellerine boşaltıyorlar ve yüzlerini bu şekilde yıkıyorlardı. Ağızlarında su boşaldığında yeniden aynısını tatbik ediyorlardı. Kurulama ise dert değildi, çünkü rüzgâr bu işi hallediyordu.’’ ‘’Tuvalet hiç bir yerde yok. Herkes bir yerlerde saklanıp ihtiyacını gideriyordu. Yabancılara ise Ruslar gezi için bir oturak almalarını söylüyorlardı. Gezi boyunca en değerli mobilya bu oturak idi.’’ ‘’Oturağını her yere götürmek mecburiyetinde idi. Çünkü hiç bir yerde tuvalet yoktu.’’ Rönesanssın doğuşu ve sonuçlarıyla ilgili yeniliklerle ilgilerlerin Goethe’nin Türkçemize iki cilt halinde çevrilmiş olan ‘’İtalya’ya Seyahat’’ adlı eseri okumaları isabetli olacaktır. Rusya’nın ve Kafkasya’nın 19. Yüzyıldaki doğal güzelliklerini, halklarının morfolojik ve antropolojik yapılarını merak edenlerin Alexandre Dumas’ın ‘’Kafkasya’’ adlı eseri okumaları, bu konuda bilgilenmeleri için, kesinlikle yararlı olacaktır.

1 Haziran 2015 Pazartesi

                                           AVRUPALILAŞMAK VEYA ARAPLAŞMAK

  • 1920'li yıllarda yapılan devrimlerle Türkiye'yi, yönetim bakımından, Avrupa'nın uzun zaman mücadelesini vererek ulaştığı hukukun üstünlüğü, insan hakları,  hukukun karşısında insanların eşit olmak, özellikle özgür olmak ve bireyselleşmek noktasına  taşıyabilmek için, ilgililer bir haylı mücadele verdiler ve bu yolda epey de yol aldılar. Ne var ki, 1940'lı yıllarda başlayan karşı devrimlerle yıpratılan devrim  ilkeleri yok etmek üzere, iç ve dış güçler harekete geçti. Özellikle 1970'lı yıllarda kurulmaya başlanan İslami söylemli politik partiler her türlü hilelerle, zaten sıkıntılı olan Türk demokratik anlayışın temeline kibrit suyu döktüler. Günümüzün Türkiye'sinde, Dış güçlerin de teşvikiyle ve desteğiyle İslamlaşmak bahanesiyle bal gibi Türk kültürü Arap kültürüne dönüştürüldü.
  • Önümüzde ki genel seçim Türkiye için son derece önemlidir. Önemlidir çünkü Türkiye, İslamlaşmak bahanesiyle Araplaşacak mı yoksa Cumhuriyetin başlangıcındaki ruhu diriltip demokratik yönetim için önemli bir adım atacak mı? Bunun cevabını halk altı gün sonra seçim sandığında verecektir. Türk halkının sağduyusuna her zaman güvendiğim gibi, bu sefer çok akıllıca cevap vereceğine inanıyorum. Umarım yanılmam.

11 Nisan 2015 Cumartesi

TEKRAR BLOG YAZMAYA BAŞLIYORUM

Emekli olduktan sonra blogumda yazı yazmayı bıraktım. Ancak Türkiye'nin yeni durumu beni, değişik konularda yazı yazmaya zorladı. Özellikle, Halil Öğretmen'e, Yalova valisi tarafından yakın tarihte yapılan, ama hiç de bağışlanacak gibi olmayan tutum ve davranışı  tekrar blogumda yazı yazmaya adeta beni mecbur bıraktı. 
Yaklaşık 45 yıl Devletime, çoğunlukla öğretim üyesi olarak hizmet verdim. Bu süre içinde birçok  yöneticilerle özellikle rektör ve valilerle çalışmak durumunda kaldım. O dönemdeki yöneticilerin belli bir seviyesi ve belli bir çizgileri vardı. Bu noktalardan, onlar genellikle  ayrılmazlardı. Biri bir hata yaptığında onu milletin içinde rezil etmeye çalışmaz, tam tersine onu özel davet edip uygun bir şekilde ikaz ederdi veya ikaz ettirirdi.
Günümüzde, birçok güzelliklerimizin olumsuz yönünden değişmesi gibi, bu gelenek de değişti.Günümüzde, emrinde çalışanlara olumsuz davranmak yöneticiler için bir özellik oldu. Umarım bu durum tekrar eski duruma gelir. Ancak bunun olabilmesi için de, eğitim sistemimizi, hukuk, insanlık ve  demokratik anlayışımızı yeniden gözden geçirmek gerekiyor.

29 Mayıs 2013 Çarşamba

NİHAYET EMEKLİ OLDUM

Kasım 1967 yılında başlayan Devlet'ime görev hizmetim 02.05.2013 tarihinde yaş sınırından, OMU Eğitim Fakültesinde son buldu. Artık Devlet memuru emeklisiyim.
Yaklaşık olarak 45 yıllık hizmetimin 38 yılı üniversitelerde geçti. Atatürk Üniversitesinde 1975-1983 yıllarında çalışmıştım. Geriye kalan otuz yılım ise Samsun, Ondokuz Mayıs Üniversitesi'de geçti. Hayatımda en uzun zaman yaşadığım ve yaşayacağım şehir. Türkiye Cumhuriyetinin temellerin atıldığı, iki oğlumun çocukluk ve gençlik dönemlerinin geçtiği şehir.
Üniversite'de verdiğim dersler; Lisansüstü derslerin dışında, Felsefeye Giriş, Felsefe, Eğitim Felsefesi, Bilim Felsefesi, Bilim Tarihi, İnsan ve Demokrasi, Demokrasi ve İnan Hakları gibi felsefeyle ilgili derslerdi. Derslerdeki temel amacım; insanlar nasıl "Birey" olur, nasıl sosyalleşirler ve insan olurlar. Belli bir noktaya kadar bunu başarabildiğimi düşünüyorum. Bu felsefe doğrultusunda yaklaşık olarak 25 bin öğretmen adayının yetişmesinde katkım oldu. Yaklaşık olarak da 10 bin öğretmenin diplomalarında yönetici olarak imzamı attım.
Artık kendim için çalışmayı hak ettiğimi düşünüyorum. Hayatımda ertelediğim veya yapmak istediğim ancak yapamadığım şeyleri yapmaya çalışacağım. Büyüme çağlarında iken kendileriyle pek ilgilenemediğim oğullarımın çocuk/larıyla ilgileneceğim. Fotograf çekmek, spor yapmak ve bazen de blogumda yazılar yazmak benim çalışmalarının ana iskeleti olacaktır. Şimdilik bu kadar. Bakalım Mevla ne eylemiş, ne eylemişse güzel eylemiş.

12 Ekim 2012 Cuma

Felsefe














                                                     F E L S E F E

                                           (Felsefeye Giriş -Antikçağ) 












                                                 Prof. Dr. Bilal Dindar








                                                       SAMSUN- 2008



















                                                                İÇİNDEKİLER

                   Önsöz
                        Giriş
A-  Doğa Felsefesi (Kozmolojik Dönem)
I-                  Milet Ekolü
                                    1) Thales
            2) Anaximandros
            3) Anaximenes
II-     Herakleitos
                       III- Pytagoras ve Ekolü
                        IV-Elea Ekolü
1)    Xenophanes
2)     Parmenides
3)    Zenon
                        V- Empedokles
                        VI- Anaxagoras
                        VII- Abdera Ekolü
1)    Leukippos ve Demokritos
B-   Antropolojik Dönem
I- Sofistler
            1) Protagoras
             2) Gorgias
II- Sokrates ve Sokratesciler
   III-  Platon
   IV- Aristoteles
Ek 1: Felsefe Göç Haritası
Ek 2: Senkronik Tablo















                        


                                       G İ R İ Ş


         Arapçadan dilimize Felsefe olarak geçen sözçüğün esası Eski Yunanca iki sözcüğün bileşimiyle ortaya çıkan bileşik bir isimdir. Bu sözcüklerden ilki sevgi anlamına gelen “Philia” ikincisi ise bilgi anlamına gelen “Sophia”dır. Dolayısıyla “Philosophia” sözcüğü “Bilgi Sevgisi” anlamındadır. Bilgiyi seven, gerçeği araştırana da “Philosophos” denilmektedir. Plâtoncu Herakleides Pantikos’a göre “Philosophos” sözcüğünü Felsefe Tarihinde ilk defa Pythagoras (Fisagor) kullandı. Bu sözcüğün yerine daha önce gerçeği bilen ve ona sahip olan anlamına gelen “Sophos” sözcüğü kullanılırdı. Fakat Pythagoras bu sözcüğün ancak tanrılar için uygun olacağını düşünerek insanlar için “Philosophe” sözcüğünün kullanılmasını daha yerinde olacağını ileri sürmektedir.
         Felsefenin ilk temel sorunu felsefenin ilk defa ne zaman ve nerede başladığı sorunudur. Helenistik felsefenin son dönemlerinde yaygın olan düşünceye göre Yunan Felsefesi’nin kaynağı Doğu’dur. M.S. II. yüzyılda yaşamış olan Yeniplatoncu Numenios “Platon Yunanca konuşan Musa’dır” sözüyle bu görüşün adeta öncülüğünü yapmaktadır. Ayrıca Platon’unun Time adlı kitabında Mısırlı bir rahibenin Solon’a yönelttiği bir tümceyi de anımsayalım: “Siz Yunanlılar, siz çocuklarsınız”. Eski Yunan inancının ve uygarlığın Mısır uygarlığından etkilendiğini Herotodos da kabul etmektedir. Fakat Batı Uygarlığında Yeni zamanlar Felsefe tarihçilerinin çoğu bu görüşe pek katılmıyorlar. Alman Felsefe tarihçilerinden Röth ve Glandisch Doğu etkisini kabullendikleri halde, ilkçağ felsefesi üzerinde birçok çalışması bulunan İskoçyalı filolog John Burnet böyle bir etkiyi kesinlikle kabul etmemektedir. O’na göre: “Mısırlılar ile Babillerin felsefeleri olduklarını pek söylenemez. O dönemlerde Yunanlıların yanı sıra Hinduların da az çok felsefeleri vardır. Fakat böyle olmakla beraber Yunan felsefesinin Hindistan’dan geldiği söylenemez. Tam tersine olsa olsa Hint felsefesi Yunan felsefesinden geldiği söylenebilir. Upanişatlar ve mistik ilahiyata gelince işte bu Hintlilerindir, ama bu da gerçek felsefe değildir, bu bir ilahiyattır”. Burnet şöyle devam ediyor: “ etkiyi felsefede değil din alanında aramak gerekir.”
         Yunan dini Hint dini etkisi altında kalmamış mıdır sorusu üzerinde Glandisch ısrarla durmaktadır. Glandisch’e göre çok önceleri Hint dininin Yunan dinine etkisi olmuştur, dolayısıyla Yunan felsefesini de etkilemiştir. Bu görüşe “Yunan din benzerliği yalnız Hint diniyle değil Mısır ve Babil dinleriyle, belki de ilkel dinlerle de benzerdir” şeklinde söylenerek buna karşı çıkılmıştır. Yunan felsefesinin bütünüyle bağımsız oluşu Batı’da genel bir sanıdır. Üstelik abartılarak bir “Yunan mucizesi”nden sözedilmektdir.
         Felsefenin ortaya çıkışı, batılı filozoflara göre Ionia’nın Ege’nin doğu sahilindeki Milet şehridir. Ionia’lılar genellikle denizci olup ticaretle uğraştıklarından meslekleri gereği olarak onlar, o dönmelerde bilinen yerlere kadar gidip oralarda ticaret yaparlardı. Miletli Thales, Pythagoras ve Platon’un Mısır’a seyahat ettiği bilinmektedir. Demokritos’un ansiklopedik bilgisinin kaynağını açıklamak için kendisine Hindistan’a ve diğer Asya ülkelerine geziler yaptığı yazılıyor. Ayrıca Demokritos, kendisinden kalan bir fragmanda “Bütün çağdaşlarımın arasında dünyanın en büyük bölümünü gezmiş, en çok ülkeler görmüş, en fazla düşünürleri dinlemiş olan benim, hiç kimse, hatta yanlarında bir yabancı olarak tam beş yıl yaşadığım Mısırlı geometriciler bile geometrik akıl yürütmeler ve kanıtlamalarda beni geçemediler” şeklinde yazıyor. Onlar öğrenme meraklısı olduklarından diğer insanlardan öğrendiklerinden yaralanarak yeni bir düşünce sistemi oluşturmuşlardı.
         Doğu uygarlıklarından esinlenerek yazdığı “Kanunlar”ın onuncu kitabında Platon’un iyi ruhla beraber dünyaya egemen olan kötü ruh anlayışını Zerdüşt inancından aldığını batılılarca da kabul görmektedir. Bu durumda felsefenin ortaya çıkışında diğer kültürlerin etkilerini irdelemek gerekir
         İslamiyet’ten ve Hıristiyanlıktan önce Akdeniz havzası uygarlığı söz konusu olduğunda genellikle Akdeniz çevresine yakın ve iç bölgelerde kurulmuş olan Mısır, Sümer, Babil, Asur, Pers, Girit, Fenike, Kartaca, Yahudi, Yunan ve Roma kültürleri anlaşılmaktadır. Akdeniz uygarlığı yukarıda sıralana kültürlerin kısaca bir bileşimidir ki bu da bugünün Avrupa uygarlığının ilk çekirdeğini oluşturmaktadır. Şüphesiz aynı uygarlığın milletleri kendi aralarında ticari ilişkilerde olduğu gibi düşüncede de ilişkileri olacak ve birbirlerinden etkileneceklerdir. Fırat ve Dicle kenarında devletlerini kurmuş olan Babiller günlük ihtiyaçlarını karşılamak için de olsa, en azından güneş tutulması hakkında buldukları takvim örneğinde olduğu gibi astronomi alanında bir hayli gelişmişlerdi.
         Geçmişleri M.Ö. 6000–5000 yıllarına kadar çıkan Mısırlılar, Nil’in belli mevsimlerde sularının taşmasıyla yer ölçümü anlamına gelen Geometriyi bulup kendi uygarlıklarına ve insanlık tarihine önemli bir katkı sağlamış oldular. Onların ruh göçüne inanmalarıyla (tenasüh) Yunanlılara öncülük yaptıkları da söylenebilir.
         Mina Uygarlığını kurmuş olan Giritlilerle, tüccar ve denizci olan Fenikeliler Ionia’lılara yazıyı öğrettiler.
         Aralıksız olarak Hint, dolayısıyla Çin Uygarlığıyla ilişki içinde olan İranlılar soyut evren anlayışında İyonyalılara kılavuzluk yaptılar.
         Bütün bunlardan sonra yalnız “Grek Mucizesi”nden bahsetmenin geçerliliği oldukça zayıflamaktadır. Ancak bu tarihi olguyu Nietzsche’nin “Yunanlılara tamamen yerli bir kültürü mal etmek kadar delice bir düşünce olamaz, onlar kılıcı başka bir milletin bıraktığı yerden alıp ileriye atmasını bildikleri içindir ki, bu kadar ilerlemişlerdir” sözüyle açıklayabiliriz.
         Babillerin astronomiden daha çok astrolojiye yakın olan gökcisimleriyle ilgili bilgilerle, Mısırlıların günlük yaşamları için kullandıkları sistemsiz ve dağınık geometrileriyle bir bilimsel bilincin gerçekleştirilmesinin imkânsızlığı açıktır. Oysaki Yunanlıların felsefelerini günlük yaşamları için değil de yalnız bilmek için kullandıklarından felsefenin kurucuları olarak görülmesi söz konusu olabilir. Burada felsefe hayat için değil yalnız felsefe içindir. Ancak modern felsefenin kurucularından Descartes ve Lebiniz felsefeyi biraz da yaşam için düşünmektedirler. J.-P. Sartre’ın da buna benzer bir düşünceyi taşımış olduğu söylenebilir.
 Felsefe günlük yaşam için kullanılmazsa diğer bilimlerin ortasında tek başına kalır veya başka bir söylemle felsefe: “Gezip dolaşan münzevinin monologu, insanın eline düşüveren çalınmış bir mal, saklı bir ada sırrı yahut akademik yaşlılarla çocuklar arasında zararsız bir gevezelik olarak kalacaktır”. Bunun içindir ki Yunan felsefesinin etkilendiği ve esin kaynağı olan, rahipler felsefesi seviyesinde de olsa, bir Hint, Babilonya ve Mısır felsefelerinin varlığını kabul etmek gerekir.
         Felsefe nedir sorusuna tek bir sözcükle cevap vermek söz konusu değildir. Felsefenin genel geçerliliği olan bir tanımından daha çok betimlemesini yapmak olasıdır. Soru işaretine benzeyen insan : “ içinde yaşadığımız evren nereden, nasıl oluştu, ben kimim, insan toplulukları niçin ve nasıl oluşutu, gerçek nedir, doğru nedir, her ikisi arasında anlam bakımından ne gibi farklar vardır?” gibi sorular sorularak filozoflar tarafından bu sorulara verilen cevaplarla felsefe tarihinde birçok felsefe ekolleri ortaya çıktı. Felsefe ekollerin de amacı evreni ve insanı bilmek ve onları açıklamaktır.
         Yüzyıllar önce yukarıdaki soruların benzerini kendilerine soran ve bu konuları araştıran birçok insanlar oldu. Brahman inancında da buna benzer sorular vardır: “Tanrılar ve insanlar yokken bu âlemde acaba ne vardı? Âlemin var olmasından önce ne var ne de yok olan varlıkla yokluk arasında bir şeyin var olması gerekir. Bu, ne var ne yok olan şeyin yaratıcı bir kuvvet olması icap eder. Bu âlemin ne olduğunu bilen herhalde biri vardır. Yoksa kimse bunu bilmiyor mu?” Ruhun ölümsüzlüğü konusunda bize Heredot eserinde Mısırlılardan bir bilgi aktarıyor: “Cehenneme egemen olan tanrılar Mısırlılara göre Demeter ve Dioyonisos’tur”. İnsan ruhunun ölümsüzlüğünde ilk defa söz açan yine Mısırlılardır. Onlara göre ölen bir insanın ruhu sırasıyla öbür canlıların bedenlerine girer ve karada, denizde ve havada yaşayan tüm hayvanların bedenlerinde dolaştıktan sonra yeniden insan bedenine girer. Bu geçişleri tamamlayabilmek için, üç bin yılın geçmesi gerekmektedir. Buna benzer düşüncelere Yunanlıların ilk ulusal şairi Homeros’un “İliada” ve “Odesse” adlı çalışmalarında bulunmaktadır. Bunu içindir ki bu eselere Yunanlıların ilk kutsal kitapları oldukları söylenir. Homeros’a göre her şeyin esasi, özü, ilkesi gökyüzü ile yeryüzü arsında bir ırmak gibi olduğu söylene OKEANOS’ tur.
         Yunanistan’da M.Ö. VII. Yüzyılda yaşamış olan diğer bir şair Hesiodos’a göre boşlukta önce “Kaos” vardı. Daha sonra buna yaratıcı güç Eros ile Gaia (toprak) eklenerek evren ortaya çıktı.
Homeros ve Hesiodos’tan sonra yedi bilge insan diye adlandırılan düşünürler vardır ki bunların birçoğu bilgi, erdem ve deneyimleriyle diğerleri ise hazır cevaplılıkla önem kazanmış kişilerdir. Yedi bilge konusunda bilgelikleri çoğunluk tarafından kabul edilen dört isim Thales, Pittacas, Bias ve Solon’dur.
Bunların dışında filozoflara göre adları değişen diğer bilge insanlar; Cleobule, Chilen, Periandre, Aristedeme, Epimenide, Anacharsis ve Mysond gibi isimlerdir.
         Eski Yunan topraklarında tarımla uğraşan ve Yunanistan’ın kuzeyinde oturan Eolia, askerlikle ilgilene ve Güney’de oturan Doria ve deniz ticaretiyle geçimlerini sağlayan İonya adı verilen halklar Yunanistan’ın en eski kavimleridir ki bunlardan ancak İonya halkı felsefeyi gün ışığına çıkardı.
         Hiçbir zaman tam bir birlik içinde olamayan Eski Yunanlılar ancak Büyük İskender döneminde kısa bir zaman için bir araya gelebilmişlerdi. Bunu dışında eski Yunan kavimlerin her biri birer bağımsız bir site devleti olarak varlıklarını sürdürüyorlardı. Polis adı verilen bu şehir devletleri kendi aralarında savaşa tutuştukları gibi her şehir devletinde içindeki farklı sosyal katmanlar arasında da geçimsizlikler söz konusu idi.
         Milet sitesinde, İonya’nın diğer sitelerde olduğu gibi köleler, köle olmayanlar ve soylular aynı toplumda yaşarlardı. Özgür olan halk ile soylular ekonomik, özellikle politik konularda değişik konumlarda idi. M.Ö. VII. Ve VI. yüzyıllarda ekonomik açıdan gelişen Millet, egemenlik yönünden ticaretle uğraşanların ellerine geçti. Ticaret onları yolculuk yapmaya zorluyordu ki bu yolculukları çoğu defa deniz yoluyla daha çok Mısır, Fenike’ye kadar uzanıyordu. Ayrıca Milet şehri Çin’den gelen tüccarların da son durağı olarak düşünüldüğünde Milet’in değişik kültürlerin kaynaştığı bir kültür merkezi olarak görmek olasıdır.
         Bütün bunların sonucu olarak Milet kentinde; felsefeyi başlatan zengin, kültürlü ve özellikle özgür düşünceye düşkün bir tüccar sınıfı oluştu ki bunun benzerini daha sonraki dönemlerde Rönesans’ı başlatacak olan İtalya’nın Floransa ve Venedik şehirlerinde görüyoruz.
         Felsefenin herhangi bir alanıyla ilgilenmek ve felsefe yapmak isteyenlerin kesinlikle Felsefe Tarihi’ni yakından bilmeleri gerekir. Felsefe tarihinde anlatılan filozofların kısa da olsa özgeçmişleri, hayata bakış yöntemleri, en önemlisi felsefe düşünceleri; doğa, insan ve toplum üzerindeki anlayışları, büyük felsefe ekollerin sistemleri bilinmedikçe felsefe yapmanın zorluğu bir gerçektir.
         Felsefe Tarihi M.Ö. VII. Yüzyılda Yunanlıların ekonomik ve kültürel yönden gelişmiş olan Ionia’da, Milet Kent devletinde Thales ile başlar. Bu yüzyılda Ionia’da Milet ekolünde Thales’in öğrencileri Anaximandros ve Anaximenes ile Ionia’da Efesli Heraklit, Klazomenli (Gül adalı) Anaxagoras, felsefe ekollerini doğdukları yerlerde kurdular. Bunların dışında Sisamlı Pythagoras, Abderalı Demokritos ve Protagoras da bu dönemin önemli filozoflarıdır.
         M.Ö. V. Yüzyılın başlarında Perslerin saldırıları sonucu, Ionia yöresi eski canlılığını kaybedince filozoflar önce Güney İtalya’ya daha sonra da Atina’ya yerleştiler. Perikles Dönemi’nde önemli bir kültür merkezine dönüşmüş olan Atina; Sofistlerin, Sokrates, Platon ve Aristoteles’in yetiştiği bir felsefe merkezi oldu.
         Thales’ten Sofistlere kadar, yani M.Ö. VII. Yüzyıldan M.Ö. IV. Yüzyıla kadar yaşamış olan filozoflar genellikle Kozmos’u (Doğayı) inceldiklerinden bu döneme “Kozmolojik Dönem” adı verilmektedir. Sofistlerle artık Kozmos değil Anthropos (İnsan) felsefeye temel konu oldu, dolayısıyla bu döneme de “Antropolojik Dönem” denilmektedir ki, bu dönem, yalnız insanı inceleyen Sokrates ile insanla birlikte toplumu inceleyen Sofistleri kapsamaktadır. Felsefe Tarihinde bu iki felsefe döneminden sonra “Büyük Sistemler” dönemi başlar. Bu dönemin sözcüleri; felsefenin de temel sözcüleri olan Platon ve Aristoteles’in konuları ne yalnız insan, ne de anthropos’dur, her iki konu onların temel felsefe sorunlarıdır. Onlar bu konularda, felsefede yüzyıllarca konuşulacak ve tartışılacak şeyler yazdılar. Bunun için, her iki filozofu derinliğine anlayabilenler, bunlardan sonra yaşamış olan diğer filozofları kolaylıkla anlayacaklardır.
         Günümüzün Avrupa Uygarlığına önemli etkisi olan Eski Yunan Felsefesi konusundaki bilgilerin bir bölümüne Sokrates’ten önceki filozoflardan kalan “fragment”lerden ulaşmaktayız. Hermann Diels bu fragmentlerı “Die Fragmente der Versokratiker” adlı felsefe eserinde topladı. Bu eserden geniş bir şekilde yararlanmış olan Walther Kranz’ın yazdığı “Antik Felsefe”si de Suat Y. Baydur tarafından çeviri yoluyla Türk felsefesine kazandırıldı. Eski Yunan Felsefesi konusunda diğer önemli kaynaklar Platon ile Aristoteles’in kendi eseleridir. Kurmuş olduğu “Akademi” sayesinde eserlerini tamamına yakını günümüze ulaşmış olan Plato’nun kitaplarının tümü Türkçeye çevrildi. Aristoteles’in eselerinin de Türkçeye çevrildiği, üzerinde ciddi çalışmaların yapıldığı bilinmektedir. Bu eserlerin dışında Helenistik ve Romalı düşünürlerin felsefe eserleri İlkçağ Felsefesi için önemli diğer kaynaklardır.
         Bu dönemde yazılmış olan felsefe eserlerin çoğu biyografik, bir kısmı ise doxografik şeklinde yapılan çalışmalardır. Biyografik çalışma bir tür felsefe tarihi çalışmasıdır. Bir başka anlatımla; kronolojik sırasına göre filozofların yaşamları, etkisi altında kaldıkları filozoflar, felsefeleri ve yetiştirdikleri öğrencileri vs. anlatılarak yazılan eserler biyografik çalışmalardır. Doxografik çalışma ise bir tür sistematik felsefedir. Felsefeyi yakından ilgilendiren bir konu üzerinde çalışılırken, o konu üzerinde daha önce çalışmış olan filozofların eserleri, önemine göre, eleştirel bir mantıkla incelenerek kendi sanıları da eklenerek yapılan çalışmalar da doxografik eserlerdir. Aristoteles’in Metafizik’i bu her iki felsefe çalışma türüne iyi bir örnektir.
Unutmamak gerekir ki, felsefe yapabilmek için özelikle felsefe tarihini iyi bilmek gerekir. Bunun içindir ki, lisans eğitimleri boyunca ancak bir dönem felsefe okuyacak olanlara verilecek en iyi felsefe, biyografik şeklinde çalışılmış kitaplardır ki, bu kitap bu amaçla yazıldı.        
                 
     
           
             
  
              
        










          
               





             





I-DOĞA FELASEFESİ (Kozmolojik Dönem)  
         (Sokrates Öncesi yunan Filozofları)

A) MİLET EKOLÜ
Doğu ve Uzakdoğu toplumların tüccar ve denizcilerinin buluşma yeri konumuna gelmiş olan Ionia’nın Milet Kent Devleti M.Ö. VII.-VI. yüzyıllarda değişik sosyal sınıflarla birlikte özgür ve aydın düşünceli bir sosyal sınıfın doğuşuna sahne oldu. Mitolojileri, hurafeleri,  gelenekleri ve görenekleri bir tarafa bırakıp doğayı akla dayandırarak açıklamaya çalışan,  basit bir şekilde de olsa deney ve gözleme önem veren bu sosyal sınıf Milet Ekolü’nün kurucularıdır. Bu ekolün üç temsilcisi hakkında kısa da olsa bilgi sahibiyiz.
Aristoteles’in fizikçiler veya doğacılar olarak adlandırdığı bu üç aydın insan sırasıyla; Thales, Anaximandros ve Anaximenes’dır. Üçü de öncekilerden farklı olarak “Dünya kimden doğdu” sorusu yerine  “Dünya nerden doğdu” sorusuna yanıt aradılar.
a )THALES (M.Ö.640–562)
  Baba tarafından Fenikeli olan Thales doğma büyüme Miletlidir. Kendisinin yazmış olduğu kitap veya kitaplar hakkında fazla bilgi bulunmakla beraber birkaç “fragment”lerin günümüze ulaştığı söylenmektedir. Denizci, tüccar, matematikçi ve astronom olan Thales’in o dönemlerde çok yaygın olan Pers saldırılarına karşı, kendilerini savunmak için,  Ionia Kent Devletleri arasında bir konfederasyon oluşturmak istediği bilinmektedir.
Ticaret için Doğu ülkelerine ve özellikle Mısır’a defalarca gitmiş olan Thales doğa hakkındaki öngörüsü sayesinde bir yıl önceden zeytin ürününün bol miktarda olacağını tahmin etti. Bölgedeki tüm zeytinden yağ çıkarılmasında kullanılan tüm atölyeleri önceden ucuza kiralayarak zamanı geldiğinde başkalarına kiraladı. Bir hayli kazanç sağladığı bilinmektedir.
Yalnız pratik yaşam için kullanılan düzensiz ve sistemsiz Mısır’ın yer ölçümünden (Geometri’den) yararlanarak daha sonra uzay anlayışlarından dolayı  “Düzlem Geometri” adını da alacak ve Euclides Geometri’sinde toplanılacak olan birçok geometri teoremlerin sahibi Thales’dır. Örnek olarak; çap daireyi iki eşit parçaya böler, çapı gören çevre açı bir dik açıdır, ters açılar birbirine eşittir.., gibi. Ayrıca, Düzlem Geometri’de kendi adının verileceği bağıntı (Thales Bağıntısı) sayesinde denizdeki iki gemi arasındaki mesafeyi sahilden, aynı bağıntıyla cisimlerin gölgelerinden yararlanarak Piramitlerin yüksekliğini ölçme başarısını gösterdi. Herodotos Tarihine göre Lidya kralı Kroisos’un ordusunu ıslanmadan Kızılırmak’tan karşı kenara şu yöntemle geçirdi: Kızılırmak’ın bir menderesine orduyu konuşlandırdıktan sonra ordunun arka yönünden birkaç askere derin bir hendek kazdırarak ve ırmakla bağlantı kurdurarak suyun ordunun arkasından akmasını sağladı. Bu yöntemle orduyu karşı kenara geçirmiş oldu.
Thales Fenike, Babil ve Mısır’lıların astronomideki bilgilerden yararlanarak bu alanda birkaç yenilikler yaptı. O, güneş çapının gök çemberinin 720’de biri olduğunu hesapladı. Ayrıca o, bir yılı dört mevsime ve 365 güne ayırdı. Denizcilerin yol bulmalarında yaralandıkları Küçük Ayı’dan ilk defa bahseden yine Thales oldu. Thales’ın Dünyası; suya batmaması için kenarları kalkık gökyüzü yarım küre şeklinde, yer ise düz bir alan ve su üstünde yüzen bir sisteme sahiptir.
Aristoteles’in Metafizik’inde yazdıklarına göre Thales için her şeyin esası, ilk maddesi, arkesi sudur. Deniz kenarında doğmuş ve büyümüş olan Thales’in her şeyin temelinde suyu görmesi çok doğaldır. Her canlının; bitki hayvan ve insanın su olmadan yaşayamayacağı bir doğrudur. Su olmadan onların var olması olası değildir. Aristoteles’e göre bütün bunlar Thales tarafından gözlenmiş olmalıdır ki böyle bir düşünceye varmış olsun. Thales’e göre su canlıdır ve yaratma gücüne sahiptir. Felsefede her maddeyi canlı kabul eden görüşe “hilozoizm” adı verilir ki Thales hilozoisttir. Thales her tarafın tanrılarla dolu olduğunu, mıknatıs gibi elektriklendirilmiş olan kehribarın da ruha sahip olduğun kabul eder. Ayrıca o, Babil Uygarlığının astronomi bilgilerinden yaralanarak 28 Mayıs 584 yılında güneşin tutulacağını önceden bildi.
b- ANAXİMANDROS (611–546)
Milet ekolünün ikinci temsilcisi, Thales’in de öğrencisi olan Anaximandros’tur. Milet’ten Karadeniz kıyısında bulunan Ionia kolonisi Apollonia’ya giden göçmenlere göç esnasında kılavuzluk yaptığı da düşünülen Anaximandros’un Peri Physeos(Doğa Üzerine) adlı ilk bilimsel eserini 64 yaşında yazdığı yazılmaktadır.
Her şeyin ilkesi olarak somut olan suyu kabul eden Thales’in bu görüşüne katılmayan Anaximandros her şeyin ilkesinin soyut bir şeyin olması gerektiğini düşünmektedir. Çünkü su elle tutulan, gözle görülen somut bir şey olduğundan tanımlanmış ve belirlenmiş bir şeydir. Tanımlanan ve belirlenen her şey bilinen ve kendisine bir özellik verilen bir şeydir. Bu özelliklere sahip olan her şeyin zorunlu olarak var olması ve kesinlikle bir karşıtının bulunması gerekmektedir. Zorunlu olarak var olan her şeyin bir karşıtı varsa, kendisi var olduğunca karşıtı da var olacaktır. O halde somut olan bir şey her şeyin ilkesi olamaz, en azından karşıtının ilkesi olamaz, dolayısıyla her şeyin ilkesi olmamış olur. Suyun karşıtı anakaradır. Su her şeyin ilkesi olsa bile anakaranın ilkesi olamaz. Çünkü su var oldukça anakara var olacaktır. Dolayısıyla her somut şeyin bir karşıtı olacağından somut bir şey her şeyin ilkesi olamaz. Bilinmeyen, belirli olmayan bir başka anlatımla karşıtı olmayan bir şey ancak her şeyin ilkesi olabilir ki, bu da Anaximandros’a göre sonsuz ve sınırsız anlamına gelen Apeiron’dur. Sonsuzun(Zaman bakımından) karşıtı sonluluk,  sınırsızın(Mekân bakımından) karşıtı sınırlılık olamayacağına göre Apeiron’unun da karşıtı olmayacaktır. Sonuç olarak; Apeiron her şeyin ilkesidir.
Felsefede ilke olarak; somut bir şey yerine ilk defa soyut bir şeyi koyan Anaximandros felsefede bir devrim gerçekleştirmiş oluyor. O’na göre; her şey karşıtlar halinde Apeiron’dan çıkar. O’ndan ilkin soğuk ve karanlık olan toprak ile sonra da sıcak ve aydınlık olan hava veya ateş çıkar. Oluş karşıtlığa dönüşme olduğundan var olan toprak ve ateş veya hava birleşerek su var olur. Ağırlığından dolay toprak ortada, etrafında ise hafifliğinden dolayı hava ve ateş bulunur. Ateş ile suyun karşılıklı etkileşmesinde su buhara dönüşürken ateşin bir bölümü söner. Bu şekilde toprağın etrafında birçok ateş parçaları yani yıldızlar ve güneş oluşur. Güneşin sıcaklığıyla toprakta birçok oyuklar ve çatlaklıklar, ısısıyla da rüzgârlar ortaya çıkar. Toprakta oluşmuş olan çatlaklıklara rüzgârın baskısıyla deprem olur.
Anaximandros’a göre yeryüzü, dengede durabilmek için yüksekliği genişliğinden üç kat büyük olan ve alt-üst tabanları düz olan bir silindir şeklinde hava boşluğunun tam ortasında durmaktadır. İnsanlar ve diğer varlıklar üst tarafında bulunmaktadır.
İnsanlar ve diğer canlılar yeryüzü sularla kaplı olduğundan önce suda balıklar gibi yaşadılar. Köpek balıkları gibi suda büyüyen insanlar kendilerine bakabilecek yetkinliğe ulaştıklarında, sular da çekildiğinden yeryüzünde çoğalmaya başladılar.
Anaximandros ilk defa gökyüzünün kabartma haritasını yaptığı gibi, Karadeniz kolonilere korkusuzca gidebilmek için,  tüccarlara o dönemde bilenen yeryüzünü gösteren harita da yaptı.
Anaximandros’un bu kozmolojik düşüncesini önce Fisagorcular benimseyip geliştirdiler. Platon ve Aristoteles olgunlaştırdı. Ptolemies (Batlamyus) tarafından bir sistem haline getirilen bu görüş Kilise tarafından uzun zaman tek geçerli sistem olarak kabul edildi.
İlk ilkenin belirsizliğiyle oluşumun sürekliliğinin var olduğunu düşünen ve doğmanın sonluluğa düşmek, ölümün ise sonsuzluğa yani ilk ilkeye dönmek olduğunu ileri sürmekte olan Anaximandros göre “şeylerin kaynağı nerede ise orada zorunlu olarak onların yok olacaklardır. Çünkü zamanın düzenine uygun olarak cezalarını çekmeleri ve yaptıkları haksızlıklarından ötürü yargılanmaları gerekir.”
Karşıtlıklar halinde Apeiron’dan çıkan her şey adaletin sağlanması için günün birinde yine Apeiron’a dönecektir.
c- ANAXİMENES (588–524)
Anaximandros’un öğrencisi ve Milet ekolünün üçüncü temsilcisi olan Anaximenes hakkında fazla bir şey bilinmiyor. Öncüleri gibi bunun da hiçbir çalışması günümüze kadar ulaşmamıştır.
Aristoteles’e göre Anaximenes her şeyin ilkesi olarak havayı kabul etmektedir. Anaximandros’un soyut Apeiron kavramı yerine somut olan havayı kabul etmekle Thales’e dönmekle birlikte niçin havayı ilke olarak kabul ettiği kolaylıkla anlaşılıyor. Bütün canlılara sudan daha fazla havaya gereksinimi olduğundan havayı ilke olarak kabul etmesi çok doğaldır. Bütün canlılar havayı teneffüs eder ve en sonunda havayı (ruh anlamında) verirler.
Thales ve Anaximandros’un düşüncelerinden yararlanarak böyle bir ilkeye ulaşmış olan Anaximenes bu düşüncesiyle felsefe tarihinde ilk defa varlıkları Canlı ve cansız olarak sınıflandırma yoluna belki de farkında olmadan girmiştir. Ayrıca havayı nefes anlamında kullanarak ruh kavramına ilk defa kullanmış oluyor. Anaximenes’e göre tüm canlılar ölürken nefeslerini yani ruhlarını verirler. Havanın nefes ve ruh anlamında ilk dinlerde de kullanıldığı bilinmektedir.
İlke yönünden Thales’e dönmüş ola Anaximenes evrenin oluşumunu Anaximandros’tan daha basit bir şekilde anlatmıştır. “Bir hava (nefes) olan ruhumuzu –psyke’yi- hava sarıp tutar”. Evrende var olan tüm varlıklar havanın gevşeyip sıkışmasından oluşur. Hava gevşeyince ateş olur. Hava sıkışınca sırasıyla rüzgâr, buhar, duman, bulut, yağmur ve su; suyun sıkışmasıyla da buz, çamur, toprak, taş ve kaya oluşur. O halde ateş su, toprak ve havanın sıkışıp gevşemesinden başka bir şey değildir. Buradaki oluşumun açıklanması Anaximandros’unkinden daha basit, açık ve seçiktir.
Etrafı havanın sıkışarak sertleşmesinden oluşmuş ve şeffaf bir küre şekliyle çevrilmiş olan dünya yuvarlak bir düzlem olup hava boşluğunda durmaktadır. Anaximenes bu görüşüyle Yunan filozoflarını etkilmeştir; Demokritos ve diğer atomcular dünyayı yuvarlak bir düzlem olarak kabul ettikleri halde Fisagorcular dünyayı küresel olarak kabul ettiler.
“Çakılı Yıldız” sözünü felsefede ilk defa Anaximenes kullandı. O’na göre yıldızlar kristal gökyüzüne çivi gibi çakılıdır. Ay tutulmasını ilk açıklamasını yapmış olan Anaximenes gezegenleri yıldızlardan farklı algıladı. Oysaki Anaximandros için gezegenler ve yıldızlar aynı varlıklardır. Ayın ışığını güneşten aldığını, yıldızlar gezegenlerin çok ötesinde olduklarından güneşin onlar ısıtamadığını ilk defa vurgulayan yine Anaximenes’tır. Dünyaya en yakın gezegenler; Merkür, Venüs ve Aydır (esasında Ay Dünyanın uydusudur). Son olarak; her şeyin ilkesi olarak kabul ettiği sonsuz ve sınırsız havadan tüm varlıkların oluştuğunu söyleyen Anaximenes,  en sonunda tüm varlıkların tekrar havaya geri döndüklerini ileri sürer. Anaximenes’in havası Anaximandros’un Apeiron’u gibidir, her şey ondan çıkar sonunda her şey ona döner. Doğayı canlı kabul edip canlı bir varlığı açıklar gibi doğayı açıklamak düşüncesini Anaximenes’in İranlı düşünürlerden aldığı düşünülmektedir.
Milet ekolünün üç düşünürü önyargıları ve efsaneleri bir tarafa bırakıp kozmosu (doğa) basit bir şekilde de olsa olabildiğince gözleme dayandırarak açıklamak istediler. Aristoteles’in fizikçiler veya doğacılar olarak adlandırdığı bu üç Millet’linin temel konuları yalnız doğadır. İnsan, toplum, etik ve din sorunlarıyla ilgilendikleri pek söylenemez. Sonradan gelen filozofların bir kısmı bunların tümüyle ilgileneceklerdir. 
Herodotos’un “Ionia süsü” diye adlandırdığı Milet, M.Ö. 545 yılından itibaren İranlıların sürekli baskılarına hedef olmuş ve 494 yılında onların eline geçti ve yerle bir edildi. Doğa felsefesinin doğduğu ve geliştiği bu kentin yıkılmasından sonra kent sakinleri kendilerine başka bir merkez aramak zorunda kadılar. Fisagorcular kendi ekollerini Güney İtalya’da kurmuş olmalarına karşın Herakleitos, Ionia’nın bir başka kent devleti ve kendi doğum yeri de olan Efes’te kendi ekolünü kurdu. Ancak, Xenophanes Ionia yöresinde doğmuş olmasına karşın İranlıların sürekli olarak Ionia’ya saldırmalarından dolayı ekolunu Güney İtalya’da kurmak zorunda kaldı. En sonunda tüm filozoflar Atina’ya yerleştiler.
II- HERAKLEİTOS (540–480)
Ionia’lılar döneminde Efes, Milet kent devleti gibi deniz kenarında bir liman şehri olup ticaret merkeziydi. Ionia’nın diğer kent devletlerinde olduğu gibi Efes’te de aristokratlarla demokratlar arasında kavga eksik değildi. İranlıların sürekli saldırıları da onları bir hayli hırpalıyordu. Efes ve Ionia’nın diğer kent devletleri 498 yılında kendi aralarında birleşip İran saldırılarına son vermek istediler. Ancak Ionia’lılar İran’a mağlup olunca İran kralı Darius onları acımasızca cezalandırdı. Bu girişimin öncülüğünü yapmış fakat başarı gösterememiş olan Herakleitos felsefede “Ağlayan filozof adıyla şöhret oldu.
Efesli soylu bir aileden olan Herakleitos demokratların yönetimi ele almalarından sonra küskün olarak kenti terk ederek Artemis tapınağına çok uzak olmayan bir dağa çekilip yaşamına devam etmiştir. “En iyisi olduğunda bir insan ötekilerin on binine eşittir”, “kalabalık kötü azlık ise iyidir” gibi düşünceleri benimsemiş olan Herakleitos’un gururlu ve soğuk olduğu bilinmektedir. Bununla birlikte seyrek de olsa ziyaretçileri vardı. Herakleitos, soğuk bir gün ateş başında ısınırken ziyaretçilerin bir kaçı çekinerek kendisine yaklaştıklarını gördüğünde  “gelin, korkmayın burada da tanrılar vardır” şeklinde seslendiği söylenmektedir.
Felsefede ilk gerçek eser olarak kabul edilen Herakleitos’un üç bölümlük  “Del Univers” (Evren Üzerine) adlı çalışma nesir halinde yazılmış olup,  günümüze bu eserden ancak fizik, ilahiyat ve politikaya ait 130 fragman ulaşmıştır. Çalışmasını Artemis tapınağına adak olarak bırakmış olan Herakleitos, halkın anlamaması için özellikle onu ağır bir dille yazdığı bilinmektedir. Bunun içindir ki, kendisine “karanlık filozof” lakabı verilmiştir. Hatta Herakleitos’un felsefesi hakkındaki düşüncesi Sokrates’e sorulduğunda “anladıklarım çok iyi, öyle sanıyorum ki anlamadıklarım da öyledir, ne var ki onları anlamam için Delos’lu bir dalgıca gereksinim vardır” şeklinde yanıt verdi.
Herakleitos’a göre her şeyin ilkesi sonsuz olarak var olan bir ateştir. Tüm varlıkların ilkesi bu sonsuz ve sınırsız olan ateşin değişmesinden oluşmaktadırlar. Önceki filozoflarda olduğu gibi bu filozofta da sonunda tüm varlıklar ilkesine yani ateşe geri dönmektedir. Ancak onlar orada kalıcı değillerdir, tekrar ateşten çıkacaklar ve bu şekilde oluş ve yok oluş sürekli olarak devam edecektir.
Herakleitos ilke olarak ateşi kabul etmekle bir bakıma Milet’li filozoflara geri dönmüş oluyor. Milet’liler de her varlığın ilkesini aradılar. Buldukları su ve hava dışarıda kendi başına hareketsiz kalabilen ilklerdir. Ancak ateş için benzer şey söylenemez. Çünkü kimilerine göre Herakleitos’un ateşi bir bakıma su ve hava gibi bilincimizin dışında somut bir varlıktır ancak hareketsiz değildir.
Ateş sürekli olarak bir tarafta yanma diğer tarafta ise sönme veya yok olma durumundadır. Bir başka anlatımla ateşte sürekli olarak hareket vardır. Herakleitos ateşi ilke olarak kabul ederken kesinlikle bütün bunları göz önünde bulundurmuştur. Üstelik Herakleitos’un felsefesinde her şey oluş halindedir. Durağan ve hareketsiz olan hiçbir şey yoktur, her şey hareket ediyor durumundadır. “Aynı ırmakta ki suda iki kez yıkanılamaz, çünkü ırmakta ki su sürekli akıp gitmektedir”. Varlıklar bu sürekli oluşumdan kurtulabilmiş değillerdir. Zaman her şeyi değiştirir; genç yaşlı, soğuk sıcak, yaş olan kuru olur. Zaman dama taşıyla oynayan bir çocuk gibidir. Olduğu gibi kalan hiçbir şey yoktur. Her şey değişir ve hiçbir şey sabit kalmaz (Panta korei kai ouden menei).
Oluş harekettir ki bu da iki yönlü olur: İnilen yol ki, burada ateş suya, sonra toprağa dönüşür. İkincisi ise çıkılan yol ki, burada da toprak ve su tekrar ateşe dönüşür. Durağan hiçbir şey yoktur. Bize hareketsiz gibi görünen her şey esasında değişiyor, tıpkı bir ırmağın suyu gibi. Varlıkların özü durağan ve tek şekil değil; değişiklik, farklılık ve karşıtlıktır. Oluş; karşıt olan iki özelliğin bir varlığa dönüşümüdür. Karşıtlıklar zamanla birbirine dönüşürler. “Savaş her şeyin babasıdır, her şeyin kralıdır”. Her şey birbirleriyle savaş halindedir. Bu olgu adaletsizlik getirir gibi görünse de, esasında savaş adaleti sağlıyor. Bu savaş ile gerçek birlik sağlanıyor. Gerçek birlik; kendisinde hiçbir farklılık olmayan, boş ve tek düze bir birlik değildir. Bu; kendi bünyesinde karşıtlıklar barındıran ve sürekli olarak onu aşan çoklukta bir birliktir. Gerçek birlik karşıt elemanların uyum içinde olmalarıdır. Herakleitos’a göre insanların pek göremedikleri gerçek işte budur. İnsanlar fenomenleri somut olarak birbirlerinden ayırma alışkanlıklarında olmadıklarından karşıtlıkların uyumunu, çoklukta birliği göremezler. Gece ve gündüz birbirinden farklı iki şey değildir, tersine tek bir şeyin iki farklı görünümüdür. Aynı şekilde iyilik ve kötülük tek bir şeydir; iyilik olmadığında kötülüğün görünmesi gibi. Dinlenmek yorgunlukla, sağlık ise hastalıkla önem kazanır. Herakleitos’a göre “Tanrılarla insanlar arasındaki savaşın son bulmasını isteyen Homeros esasında farkında olmadan evrenin yok oluşunu diliyordu”.
Ateş para gibidir; parayla mal alınır ve mal tekrar paraya dönüştürülür. Ateş de böyledir; o, her şeye dönüşür, her şey de sonunda sonsuz ve sınırsız ateşe döner. Tüm bu değişmeler içinde değişmeyen tek bir kural vardır; bu da paraya karşılık mal alma, mala karşılık para ödeme kuralı gibi, ateşin varlıklara, varlıkların ateşe dönüşmesi kuralıdır ki, bu da sonsuza kadar devam eder. Bu kuralı koyan, adı başka dillere pek çevrilemeyen ve söz veya akıl anlamına gelen Logos’tur. Logos evrendeki tüm değişmeleri düzenleyen Yüce bir güçtür.
Logos, Tanrı’yla bir ve aynı şeydir. Tanrının kendisi karşıtlıkların birliğidir ve tüm değişmelerin en üst noktasında bulunur. Tanrıyla özdeş olan Logos sonsuzca yaşayan ateşin kendisidir. Kutsal ateş sonsuz düzeni koyar ve her yerde adaleti üstün kılar. Buradan da anlaşılacağı gibi herakleitos’un tanrısı değişmeyen, hareketsiz bir varlık değil evrendeki tüm değişimlerin ölçüsü ve yasasıdır. “Çocuk ile sanatçı nasıl oynuyorlarsa ölümsüz ve canlı ateş her şeyle aynı şekilde oynuyor. Masum bir şekilde her şeyi kuruyor, bozuyor ve yok ediyor. Bir çocuğun deniz kenarında kum tepecikleri yaparak oynaması, kumları yığması ara sırada dağıtması, suyla oynaması gibi, ateş bu oyunu kendi kendine de oynuyor; ölümlülerin ölümsüz, ölümsüzlerin ölümlü, biri başkasının ölümünü yaşarken, başkasının yaşantısını kaldırırken hep bu oyunlarda bir birlik vardır. Bu, karşıtların birleşmesinden doğan bir birliktir. Tüm şeyler Bir’den çıkar, Bir de tüm şeylerden. Bir, anlamlı söz olan logos’la sonsuzca yaşayan ateş ve tanrıyla özdeş olan şeydir.
Herakleitos’un tanrı anlayışı monoteist ve panteisttir. Yunan felsefesinin genel özelliği olan maddenin sonsuz ve sınırsız oluşu anlayışı Herakleitos’ta da vardır. O’na göre maddenin başlangıcı ve sonu yoktur. Madde düzenli olarak oluşan dönüşümlerin ayrılmaz bir parçasıdır. Madde ne tanrılar ne de insanlar tarafından yaratıldı. Başlangıcı ve sonu olmayan bu sonsuz ateş var oldukça bu dönüşüm her zaman var olacaktır.
Kozmolojik konusunda çok yönden Milet’lilerin etkisinde kalmış olan Herakleitos, Anaximandros’un güneşin dünya çevresinde dönme görüşünü kabul etmez. Herakleitos’a göre güneş her gün kendini yaratmaktadır; akşamları sönen bu ateş sabah yeniden yanar. Evrenin ruhu Logos’un bir parça olan insan ruhu hiçbir zaman yok olmaz. Çünkü ruh bedenden ayrıldığında kendisiyle özdeş olan Bütün’ün ruhuna döner. İnsanın karakterini oluşturan şey, ruhunun Logos’a olan uzaklığıdır. Ruh Logos’a yakın bir konumda ise insan ruhu sıcak ve hareketlidir, uzakta ise soğuk ve hantaldır. İnsan bilincinin boş olmasına karşın tanrı her şeyi bilir. Bilgiden yoksun olan insan, çocukların her şeyi büyüklerden öğrenmesi gibi, her şeyi tanrıdan öğrenir.
Herakleitos kendi ruhunun derinliklerin inip “kendi kendisini araştırıyor”, nefsini tanımaya çalışarak ve ruha sonsuzluk sıfatını vererek tüm insanların düşüncesinin ortak olduğunu göstermek istiyor. “Benim değil Logos’un sesini dinleyerek tüm şeylerin bir tek şey olduğunu söylemek bilgeliktir. Oysaki insanlar tanrıyı oldukları gibi tanımadıklarından taşlarla konuşuyorlarmış gibi tanrı heykellerine tapınıyorlar. İnsan tanrının yanında küçük bir çocuk gibidir, İnsan elbette tanrı değildir, fakat akla sahip olduğundan ve kaderini sonsuz akıla bağlamış olduğundan yücedir.
Bir kaos olmayıp uyum içinde olan evrende her şey oluş ve akış içindedir. Durağan olarak görünen her şeyin esasında varlıklar arasındaki savaşın bir zaman dilimi içinde bize durmuş gibi görünmesindendir.
 Gerçekte ise her varlıkta iki görünüm vardır: Beş duyuyla algıladığımız varlığın görünümü ki, bu Herakleitos’un görünüşler dünyası, diğeri ise akılla kavradığımız varlığın gerçek dünyasıdır. Beş duyuyla algıladığımız varlığın görünüşler dünyası bize değişmiyor şeklinde görünmesine karşılık akılla kavradığımız varlığın gerçek dünyası sürekli değişir ki, Herakleitos için gerçek dünya budur. Bu görüşün tam karşıtını Elea ekolun sözcülerinden Parmenides ileri sürecektir. Herakleitos ile Parmenides arasında geçen bu felsefe tartışma Felsefe tarihinde yapılan ilk ciddi felsefe tartışması olarak kabul edilir.
Anaximandros ve Fisagorcuların felsefelerini derinleştiren Herakleitos’un Mısır’a gittiği pek bilinmiyor, fakat felsefesiyle birçok yönden Mısır düşüncesini anımsatıyor. Herakleitos’un Mısır kültürünü Milet’li Hecatee yazılarından öğrendiği sanılmaktadır. Nietzsche’nin yazdığı gibi “Dünya her zaman doğruya muhtaçtır, o halde (dünya) her zaman Herakleitos’a muhtaçtır”.
Artçılarının üzerinde büyük etkisi olan Herakleitos’un felsefesi Stoa’lılar döneminde bütün önemiyle yeniden gündeme gelecektir. Ayrıca, Hegel “Herakleitos’un hiçbir tümcesi yoktur ki Logik’ime almamış olmayayım” şeklinde itirafta bulunmaktadır.
III- PYTHAGORAS (Fisagor) ve EKOLÜ
Bir başka Ionia’lı filozof 570 yılında Samos’da (Sisam’da) doğduğu sanılan Pythagoras’tır. Babası ünlü bir cevher yontucusu Mnesarchos mu? Yoksa tanrı Hermes veya Apollon mudur? Bilinmiyor. Gerçek nedeni bilinmemekle birlikte tiran Polykratos’un kötü yönetimi yüzünden Pythagoras’ın 40 yaşlarında Samos’dan ayrıldığı bilinmektedir.
Konfüçyüs, Buda ve Zerdüşt’le çağdaş olan Pythagoras, kendisine atfedilen İran gezisi ve Zerdüşt’le sohbeti bu tarihlerde mi oldu? Bilinmiyor. Bilgeliğinin çoğunu orada öğrenmiş olduğu söylenen Pythagoras gerçekten Mısır ‘a gitti mi? Bu da bilinmiyor, ancak bu esrarlı kayboluşundan sonra Pythagoras’ın güney İtalya’da Yunan kolonisi Kroton’a yerleştiği ve ekolünü orada kurduğu bilinmektedir.
Pythagoras’a göre gerçek cevher ölümsüz olan ruhtur. Ruhun ölümsüzlüğü Yunan Rönesans’ında ortaya çıkmış olan Dionysos kültünde de vardır. Çok bilinmemekle birlikte engin olduğu kabul edilen bu kültte ruh bedenin tüm kösteklemelerinden kurtulup yüce hayatta var olmaya devam ediyor. Orfik inançta olan insanlar, VI. yüzyılda bu inanışı şaşılacak bir hızla Güney İtalya ve Sicilya’da yaydılar.
Ruhun ölümsüzlüğünü ilk defa Mısır’lıların ileri sürdükleri bilinmektedir. Mısır’lılara göre; ölen bir insanın ruhu arka arkaya diğer canlıların gövdelerine girer ve karada, denizde ve havada yaşayan tüm hayvanların bedenlerini dolaştıktan sonra yeniden insan bedenine giriyor. Bu dolaşımı tamamlaması için de üç bin yılın geçmesi gerekli olduğuna inanılıyor (Herodotos Tarihi).
Böyle bir sosyal ortamda yetiştiği zannedilen Pythagoras ruh göçü (tenasüh) varsayımını geliştiriyor: O’na insan doğası iki yönlüdür; beden ölümlü olmasına karşın bedenden önce de var olan ruh ölümsüzdür. Ruhun bedene girmesi bir ceza olarak algılanıyor. Bedenden ölümle ayrılan ruh hayatta iken işlemiş olduğu eylemlerine göre ceza veya ödül olarak alt veya üst bir bitki, hayvan veya insan bedenine girer. Bu yöntemle ruh birkaç bedeni dolaşırken adalet ve iyilikler içinde yaşarsa özgürlüğüne kavuşur. Özgürlüğüne ulaşan ruh, ruh göçünden kurtulup kutsal ruha kavuşur.
“Yabancıyız bu dünyada, beden ruhun mezarıdır. Yine de kendimizi öldürerek kaçmamalıyız bu mezardan. Çünkü çobanımız olan tanrının köleleriyiz biz. Onun buyruğu olmaksızın bedenden kurtulmaya hakkımız yoktur. Bu dünyada üç tür insan var, Olympiad oyunlarına gelen üç tür insan olduğu gibi, en alt sınıf; alıp satmak için gelenlerin sınıfıdır. Bunun üstünde yarışçıların sınıfı yer alır. Onların en iyisi, yalnız seyretmek için gelmiş olanların sınıfıdır. Dolayısıyla en büyük kurtuluş tarafsız bir bilgidir. Kendini ona adayan gerçek filozoftur. Gerçek filozof kendisini diriliş çemberinden kurtarmıştır” (Burnet).
Bilgi sevgisine anlamına gelen Philosophie (Felsefe) sözcüğünü felsefe tarihinde ilk defa kullanmış olan Pythagoras’a göre gerçek filozof (bilgi sevgisine sahip olan insan) başkalarının da diriliş çemberinden kurtulabilmeleri için onlara yol gösterebilenlerdir.
Kroton’da kurulmuş olan Pythagoras’ın tarikatına girebilmek için zor ve uzun bir sınavdan geçmek gerekiyordu. Başlangıçta susmak ve itaat etmeye alışabilmek için uzun bir süre iradeyi ve aklı geri plana almak gerekiyordu. İnsan, kendisi için, neyin daha iyi olduğunu ancak yüksek varlıklar ve tanrılar, yarı tanrılar ve Pythagoras gibi filozoflar aracılığıyla bilebilirdi.
Büyük Yunanistan’da (Güney İtalya’da ki yunan kolonileri) Pythagoras’cılık hızla yayıldı. Ruh göçü varsayımına inananlar bir kısım hayvan eti ve birkaç bitki yemedikleri gibi karanlıkta konuşmazlar, yere düşen bir şeyi kaldırmazlar, ateşi demirle karıştırmazlardı. Ana yollarda dolaşmazlar, ışığın yanında aynaya bakmazlardı. Çömezleri arasında bir dostluk ve sevgi bağı oluşmuştu. Onla, bedenin işleyişini düzenleyen sporlarla ve ruhta yüce duyguları uyandıran müzikle ve ruhu arındıran matematik gibi bilimlerle uğraşarak günlerini geçirirlerdi.
Onlar politikayla uğraşmaya başlamalarıyla tarikatlarının sonunu hazırlamış oldular. Politik açısından haksızlılar yapmış olan Pythagoras’cılara karşı halk isyan etti. Birçok tarikat merkezleri yakılarak çömezleri öldürüldü.
Bütün bu olaylar esnasında Pythagoras Kroton’da bulunmuyordu. O, önce Tornet’e daha sonra da Metaponte’e gitti ve orada kırk günlük oruçtan sonra öldüğü bilinmektedir.
Cemaat şeklinde yaşayan Pythagoras’cıların tarikatına kadınlar da kabul ediliyordu. Özel mülkiyeti tanımayan bu tarikatın üyeleri bütün bilimsel yeniliklerinin ortaklarıydı.
Bir dik üçgende hipotenüsün karesi diğer kenarların karelerinin toplamına eşittir teoremini ilk defa bulan Pythagoras’cılardır. Onlara göre her şeyin ilkesi sayılardır. Sayı eşyanın özünü anlatır. Özellikle ilk on sayısıyla varlıklar arasında gizli bir uyum vardır. Örneğin 7 sayısıyla fırsat kavramı arasında bir uyum olduğu gibi dörtle adalet, üçle evlilik arasında uyum vardır. Onlara göre en iyi ve en güzel şey harmoniadır (uyum). Gökyüzündeki tüm yıldızlar uyum ve sayıdan ibarettir. Pythagorascı’lara göre ilkeler (toprak, su, ateş ve hava) bir takım geometrik şekillerden oluşmuş atomlardan ibarettir. Sayıları basit ve bileşik olarak ilk defa ayıran onlardır. Ayrıca onlar telli müzik aletlerle ilgilenerek telin kalınlığı ve uzunluğuyla seslerin değişik çıktığını ilk defa fark eden Pythagoras’cılardır.
Ruhun gerçek doğasını ve gücünü anlayabilmek için yukarıda anlatıldığı gibi yalnız tek varlıkların ruhuna bakmamalı, evreni yöneten ruhun tümüne bakmalıdır. Çünkü evren canlı ve yaşamın içindedir. Böyle bir düzenin en canlı varlık belirtisi gök cisimlerinin olgunluk ve sonsuz uyum içinde oluşlarıdır.
Evren bir yasayla iyi düzenlenmiş öyle bir bütündür ki tüm bölümleri kendi içinde uyumlu olarak birbirine bağlıdırlar. Onlara göre her şey sayılardan oluşmuş iki elemandan yapılmıştır: Sınırsızlık ve sınırlılık. Sınırsızlık düzenin ve zorunluluğun ilkesi iken sınırlılık varlığın maddi temelidir. Yukarıda yazıldığı gibi sayı varlıkların özünü anlatan ve uyumun ortasında bulunan sonsuz bir ilkedir.
Pythagorascılar, daha sonra Aristoteles’in kabul edeceği gibi, cisimleri uyum içinde olan gök evreniyle veya ayüstü evreniyle sonlu varlıkları evreni veya ayaltı evreni düşüncesini ileri sürdüler. Ayaltı evreni kısmen düzensiz ve sonlu olan varlıkların evrenidir. Onlara göre şimdi var olan evren her zaman vardı ve var olacaktır.
Pythagorascılar evrenin merkezine önce ateş kütlesini, daha sonra ise güneşi koymalarıyla Kopernikos’a öncülük etmiş oldular. Onlar önce beş gezegen ateş kütlesi çevresinde güneş ve ayla birlikte döndüğünü düşündüler daha sonra ise ateş kütlesini yerine güneşin var olduğunu kabul ettiler. Ne yazık ki bu sistem daha sonra Aristoteles ve Ptolemos (Batlamyus) tarafından kabul görmedi. Ancak bu anlayışlarıyla onlar ruh ve evren konusunda Platon’a zemin hazırlamış oldular.
Varlıkların görünmeyen kısmına kadar inmek çapasını gösteren Pythagorascılar gerçek gerçekliğinin maddesel varlıklarda değil ölümsüz cevher olan ruhta olduğunu gördüler. Onlar geçici varlıkların dünyasının üstünde sonsuz cevherlerin, sayıların ve uyumun dünyasının varlığını anladılar ki bu da Platon’unun temel sorunu olacaktır.
IV- ELEA EKOLÜ (Varlık Felsefesi)
Pythaogaras’ın felsefesi; ruhların çokluğu ve bedenden bedene girişiyle sayıların yüceliğini kabul eden çoğulcu bir felsefedir. Herakleitos’un felsefesi ise karşıtların savaşıyla her şeyin sürekli akışını kabul eden bir oluş felsefesidir. Bu felsefenin karşısında salt sürekliliği ve varlığın birliğini kabul eden bir felsefe ortaya çıkıyor ki bu da Elea ekolüdür. Bu ekolün kurucusu tartışmalıdır; kimine göre Xenophanes, kimine göre ise gerçek kurucu Parmenides’dır. Kurucu olarak Paremenides’i kabul edenler Xenophanes’in gerçekten bir filozof olamayıp hiciv uzmanı bir halk şairi olduğunu ileri sürerler. Sırasıyla her ikisini kısaca yazmakta yarar vardır.
a-XENOPHANES (569–477)
Pythagoras’ın çağdaşı olan Xenophanes tahminen 569 yılında Kolophon’da (İzmir, Efes arasında bulunan Değirmendere). İran istilasıyla (546) buradan ayrılmak zorunda kalan Xenophanes uzun bir yolculuktan sonra Yunan kolonisi olarak 540 yılında Güney İtalya’da kurulan Elea kentinde 477 yılında öldü.
Zengin olmayan Xenophanes’in tüm malvarlığı; köle olmaktan daha çok bir yol arkadaşı, bir de gitardan ibarettir.
Bütün Yunanistan’ı dolaşan Xenophanes Hesiodos ve Homeros’un düşüncelerini hicveden şiirlerini okuyan bir rhapsoddu (kentleri dolaşarak hicivlerini dile getiren bir halk şairi).
O, insan özgürlüğüne önem veren ve eskileri eleştiren, özellikle Hesiodos ve Homeros’un tanrı anlayışını alaylı bir şekilde olumsuz olarak eleştiren bir düşünürdü. O’na göre insanlarda ne kadar utanılacak ayıp ve kusur varsa; çalma, ırza geçme ve birilerini kandırma gibi şeyleri tanrılara yüklüyorlar (Antrpopatizm).
İnsanlar; tanrıların doğduğunu ve kendileri gibi giyinip kuşandıklarını, kendileri gibi konuşup anlaştıklarını sanıyorlar (Anthropomorphisime). Oysaki tanrılar böyle değildir, eğer onlar böyle olmuş olsalardı “öküzlerin,  atların ve aslanların elleri olsaydı ve resim yapabilselerdi atlar atlara, öküzler öküzlere bezer tanrılar çizerlerdi. Her biri kendi şeklindeki tanrı resmini yapardı. Nitekim Etopyalılar kendi tanrılarını siyah derili ve basık burunlu, Trakyalılar da mavi gözlü ve sarı saçlı olarak çizerlerdi.
Oysa tek bir tanrı vardır. Bu tanrı kılık ve düşünce yönünden insanlara benzemez. O, hep göz, düşünce ve kulaktır. Hareketsizdir ancak yorulmadan düşüncesiyle tüm evreni yönetir. Hesiodos ile Homeros’un uydurma varlıkları yerine bizi bağrında barındıran ve kendisine ne doğuş, ne bozulma, ne değişme, ne de oluşu olmayan bir ve sonsuz varlıktır.
 Xenophanes’in felsefesinde algılar dünyasında her şey değişir, ancak bütün bu değişmelerin arkasında değişmeyen, başka bir anlatımla değişen dünyanın karanlık dünyası arkasında değişmeyen ve sonsuz olan bir öz vardır. Bu öz de evrendir, tanrıdır ki bu tanrı her şeyi görür, duyar ve düşünür. Kendisi hareketsiz olmasına karşın o, düşüncesi ve aklıyla her şeyi yönetir. Sonsuz ve sınırsız olan tanrı doğayla özdeştir. Xenophanes bu anlamda betimlediği tanrı dışında geleneklere ters düşmemek için bu tanrının alt düzeyinde başka tanrıların da var olduğunu ileri sürer.
O, tanrıyla doğayı bir ve özdeş olduğunu söylediğinden tanrıyı da doğa gibi küre şeklinde olduğunu düşünüyor. Bu anlayışıyla Xenophanes materyalist panteiztir.
Xenophanes’e göre insan gerçeği kavrayamaz, o ancak onu andırana ulaşabilir. Biri rast gele gerçeğe ulaşsa bile onun gerçekliğini kesin olarak kendisi de bilemez. Tüm evrende tahminden başka bir şey yoktur. Bu felsefesiyle Xenophanes sanki sofistleri hazırlamış oluyor.
Tanrının dolayısıyla evrenin bir bütün, hareketsiz ve değişmez olduğunu söyleyerek Elea ekolünün felsefe politikasını belirlemiş oluyor.
Xenophanes’in dünya anlayışı Anaximandros’un felsefesini anımsatıyor. Düz olan yer küresinin dışında eterden bir sınır vardır. Ancak iç kısmı sınırsızdır.
Gökyüzü varlıkları kızgın ateş gibi olan bulutlardır. Onların hareketleri düz bir çizgi üzerinde olup her gün yenilenirler. Pembe, kırmızı ve yeşil olarak görünen İris (Gökkuşağı) da esasında bir buluttur.
Yüksek dağlarda deniz canlıların fosillerine rastlayan Xenophanes her şeyin su ve topraktan şekillenmiş deniz balçığından oluştuğunu ve daha sonra hava ve ateşin etkisiyle balçıktaki deniz suyunun buharlaşmasıyla yeryüzünün oluştuğunu ve bu süreçte de denizdeki canlıların bu bölümünde kalıp fosilleştiğini varsayıyor.
Xenophanes’in felsefe tarihindeki önemi ve yeniliği felsefe düşüncesinden daha çok tanrı anlayışındadır. O, tam olmamakla birlikte monoteizme ilk yaklaşanlardandır. Bu tanrı anlayışına, hayatı bahasına da olsa Sokrates, daha sonra Platon ve Aristoteles geliştirdiler.
Xenophanes yukarıda anlatıldığı gibi; tanrı ve evrenin bir, kendisiyle özdeş ve hareketsiz kabul edişiyle veya kısaca materyalist panteist görüşüyle Elea ekolünün gündemini belirlemiştir.

     b- PARMENİDES
Güney İtalya’nın batısında yeni kurulmuş olan Yunan kolonisi Elea kentinin soylu ailelerinden olan Parmenides’in doğum ve ölüm tarihleri pek bilinmiyor. Ancak Platon’unun “Parmenides” adlı eserinde Parmenides, öğrencisi, dostu belki de evlatlığı olan Zenon’un refakatinde Atina’ya gelip yerleştiğinde ve orada genç Sokrates’le karşılaştıklarında Zenon’un kırk yaşlarında kendisinsin ise altmış yaşlarında olduğu yazılmaktadır. Apollodore’a göre Parmenides’in doğum yılı Xenophanes’in şöhret olduğu yıllarına denk düşmektedir ki bu da VI. yüzyılın sonu V.yüzyılın başlangıç yıllarıdır.
Elea kent devletinin yönetimine katılan ve koyduğu yasalarla tanınan Parmenides felsefesinde Aminias aracılığıyla Pythagoras’dan etkilendiği bilinmektedir. Ancak aralarında öğretmen öğrenci ilişkisi olup olmadığı bilinmemekle beraber Parmenides’e en çok etkileyen Xenophanes’dır.
Elea ekolunun gerçek kurucusu olarak bilinen Parmenides’in şiir şeklinde yazdığı ve “Gerçek Konusunda” ve “Evren Üzerine” adlarıyla iki bölüme ayrılan “Doğa Üzerine” adlı bir eseri vardır. Çalışmasında; filozofu araba üzerinde gece ile gündüzün yollarının ikiye ayrıldığı kavşak noktasına kadar götüren güneşin kızlarından Dike’nin (Adalet’in) bu kavşaktaki bir kapıyı beklediği ve onun izniyle kapının arkasındaki Desse’e ulaştığı yazılıdır. Desse bilim dostu olan herkese her konuda rehberlik yapmaktadır. O, filozofa her şeyin öğrenilmesinin ve korkmadan her şeye ulaşmasının yollarını gösterir. Parmenides’in çalışmasının birinci bölümünde anlattığı birinci yol; mantıklı düşünceye uygun düşen, yetkin ve değişmez gerçeğin yoludur. Eserin ikinci bölümünde yazılan ikinci yol ise; duygu ve duyumların karışık deneyimi ve geleneklerle kazanılmış değişik görünümlerin ve kanatların yoludur. Tüm tehlikelere karşı ikinci yolu da bilmek gerekir.
Parmenides gerçek felsefesini ilk bölümde sergilemiştir. Yalnız deneyime önem veren önceki filozoflardan farklı olarak gerçeğe akılla (ratio) ulaşmaya çalışan Parmenides’in tüm felsefesi varlık düşüncesinde yoğunlaşmaktadır.
Her zaman kendisiyle özdeş kalan mutlak varlık, varlık olmayana hiçbir zaman katılmaz. Esasında düşünce yoluyla elde ettiğimiz çokluk ve oluş gibi kavramlar varlık olmayanı da kapsar. Çok olan şeyler birbirinden farklıdırlar. Bir varlık diğerinin özdeşi değildir. Esas sorun; varlık olmayan bir şeyin var olup olmadığını kabul etmek ve onu bilmektir. Tüm felsefe bu iklime (dileme) verilen yanıta bağlıdır.
Parmenides için var-olmayan algılanamaz, çünkü o bir hayaldir ki, hiçbir sıfat kendisine verilemez. O, düşünceye konu olamadığı gibi anlatılamaz da. Parmenides “varlıkla düşüncenin özdeş” olduğunu söylüyor. Bu düşüncesiyle o,  düşüncede düşünülen şeyin var olduğunu anlatmak istiyor. Üstelik düşünce; düşünülen şeyin var oluşunu gerektirir. Var olmayan bir şey düşünülemez. Varlık olmayan (non-etre) düşüncenin bir objesi olamadığı gibi bizim için de bir anlamı yoktur, dolayısıyla o yoktur. Oysa varlık vardır. “Var olan vardır, var olmayan yoktur”.
Bu felsefesiyle Parmenides çokluğu ve oluşu kabul eden tüm felsefelere, özellikle Herakleitos felsefesine karşı çıkıyor: Varlık yaratılmamıştır ve yok edilemez. Varlık var olandan çıkmadı, çünkü onun özü ortaya çıkışından önce varlık var olacaktır. Varlık var olmayandan da çıkamaz, çünkü varlık olmayanın var olmadığını daha önce yazdık. Ayrıca, böyle olmadığını söylesek ve kabul etsek bile varlığın var olmayandan her hangi bir anda doğuşunu zorunlu kılan nedir? Böyle bir soruya yeterli bir yanıt bulamayan Parmenides, varlığın ne var olandan, ne de var olmayandan çıkmadığını söylüyor. Varlık hiçbir zaman var olmadı, doğum ve ölüm karşılıklı olarak birbirinin var oluşunu zorunlu kılmadıklarından hiçbir zaman varlık yok olmayacaktır. Ayrıca varlık zaman içinde var oluşa sahip değildir. Varlık için geçmişin ve geleceğin bir anlamı yoktur. Sürekli olarak var olan varlık tümüyle sonsuzluk içindedir. Çokluğu olmayan varlık var olmayı içerir. Kendisiyle her zaman özdeş olan varlık bölünemez. Bölünemeyen varlık her zaman kendisiyle içeriği dolu ve boşluğu olmayan, çokluğu kabul etmeyen, yetkin bir birlik, bir bütündür.
Varlık hareketsizdir. Çünkü hareket;  çokluk gibi varlık olmayanı gerektirir. Ayrıca varlık hareket için bir boşluğa gereksinimi vardır. Boşluğun da var oluşu varlık olmayanın (non-etre) var olmasını gerektirmektedir. Var olmayan var olmadığına göre varlığın hareketi olası değildir. Varlık için doğum ve ölüm olmadığı gibi, onun için hiçbir hareket şekli yoktur. O, sakin bir şekilde sonsuz bir mutluluk içinde dinleniyor. Bölünemez ve hareketsiz olan varlık Parmenides’e göre mekân içinde küre şeklinde sınırlıdır. O’na göre varlık sınırlı olmamış olsaydı o zaman varlık yetkin olmayıp kusurlu olacaktır. Oysa varlık yetkindir, yetkin olan da sınırlıdır. Melisos bu konuda öğretmeni Parmenides’ten farklı düşünüyor. Melisos’a göre varlık zaman ve mekân içinde sonsuz ve sınırsızdır.
Çokluğu, hareketi ve bölünmesi olmayan varlık vardır ve o bir bütündür. Var olan her şey düşünülür ve düşünülen her şey vardır. Var olmayanı düşünmeye çelişkiye düşmek demektir. Oluşu kabul eden filozoflar çelişkiye düştüler, çünkü onlar var olmayanı düşündüler ve varlığı var olandan çıkardılar. Oysa varlık her zaman vardır. Thales her şeyin sudan çıktığını kabul ettiğinden çelişkiye düştü, çünkü var olmayanı var olandan çıkardı. Herakleitos da benzer mantıkla çelişkiye düştü.
Herakleitos’u anlatırken yazdığımız gibi o’nun iki evren anlayışı vardır: “Görünüşler evreni”, “Gerçek gerçeklik evreni”. Görünüşler evreni; duyularla algılanır ve değişmez, tıpkı bir ırmağın sürekli olarak aynı görünmesi gibi. Gerçek gerçeklilik evreni ise akılla kavranılır ve sürekli değişir. Parmenides’e göre de bu iki evren vardır, ancak; görünüşler evreni beş duyuyla algılanır fakat değişir, gerçek gerçeklik evreni de akılla kavranılır ama değişmez.
İleride anlatılacağı gibi; Platon’unun gölgeler dünyası olarak adlandırdığı evren Herakleitos’un ve Parmenides’in görünüşler evrenidir. O’nun kavramlar evreni olarak kabul ettiği evren ise bu iki filozofun gerçek gerçeklik evrenidir.
c-ZENON
       Platon’a göre öğretmeni Parmenides ile birlikte 450 yılında Atina’yı ziyaret eden Zenon 40 yaşlarında olduğuna göre o’nun doğum tarihi 490 yılı olmalıdır. Matematikçi olmaktan daha çok mantıkçı olan Zenon’unun felsefe tarihindeki önemi öğretmeni Parmenides’in değişmez, çokluğun ve hareketin olmadığı düşüncesini kanıtlarla ispatlamaya çalışmasından ileri gelmektedir.
         Parmenides’e göre gerçekten değişme, çokluk ve hareket yoktur. Hareketin olmadığı iddiasını öğrenen Sinoplu Diogenes her ne kadar bunun tersini ispatlamak için kalkıp yürümüşse, aynı şekilde idealist Berkeley’in madde yoktur sözüne karşılık Dr. Johnson masaya ayağını vursa da, felsefe tarihinin bu tür düşüncelerle zenginleştiğini unutmamak gerekir.
         Parmenides’in düşüncelerini başarılı bir şekilde savunan Zenon, dikkat çekici bir şekilde çokluğun, değişmenin ve hareketin var olmadığını kanıtlarla ispatlamayı çabalıyor.
         Zenon’unun getirdiği yenilik varlıkların b,r bütün olup parçalarına bölünemeyeceği düşüncesidir. Eğer varlıklar bölünebilseydi bölünmenin duracağı bir son olmayacaktı. Zenon bu düşüncesiyle hiçbir şeyin parçalardan oluşmadığını, böyle olmuş olsaydı varlıkların sonsuzca küçük sonsuzca büyük de olabilirdi. Sonsuzca bölünmeye götürülen parçalar küçüklüklerinden dolayı sonsuzca küçük olacaklardı. Aynı parçalar sayıca sonsuz olacağından da sonsuzca büyük olacaklardı. Oysaki bu olası değildir. Örneğin bir tek akdarı veya böyle bir akdarının on binde biri yere atılmış olsaydı gürültü yapmazdı. Bir ölçek akdarı yere düştüğünde gürültü olur. Bir akdarı veya onun on binde biri ve bir ölçek akdarı arasında büyüklük ve küçüklük bakımından bir oran vardır. Bunlar arasında ses bakımından da bir oranın olması gerekir. Bir akdarı veya onun on binde biri küçüklüğünde olan bir parça yere düştüğünde hiç gürültü yapmadığına göre bir ölçek akdarı da yere düştüğünde mantıken gürültü yapmamalıdır. Çünkü ne kadar fazla sayıda sıfırı toplarsak toplayalım her zaman sıfır çıkar. Aynı şekilde tek tek yere düştüğünde gürültü çıkarmayan akdarıların ne kadar fazla sayıda olsa da gürültü çıkarmamalıdırlar. Gürültü yapmış gibi olması işitme duyumuzun bizi yanıltmasından başka bir şey değildir.
         Zenon’unun harekete karşı olan delillerin özünde bulunan düşünce benzer mantıkla hareketle varılmış bir düşüncedir.
         Hareket olası değildir. Çünkü herhangi bir uzaklıkta bulunan bir noktaya ulaşan yol sonsuz noktalardan oluşmuştur. Sonsuz noktalardan aşarak yolun sonundaki noktaya ulaşmak olası değildir. Buna en güzel Aschylos (Aşil) ile kaplumbağa örneğidir. O çağlarda Yunanistan’ının en hızlı atleti olan Aschylos çok yavaş yol alan bir kaplumbağa biraz mesafe bırakıp yarışa tutuşurlarsa hiçbir zaman Aschylos kabulmbağdan önce hedefe ulaşamaz. Çünkü Aschylos kabulmbağdan önce hedefe varabilmesi için önce kaplumbağa yetişmesi gerekir. Kaplumbağa yetişebilmesi için önce kaplumbağa ile kendi arasındaki yol koşması gerekir. Yolun yarısına varabilmesi için de yolun yarısıyla kendi arasındaki mesafeyi koşması gerekir vs… kısaca Aschylos önce küçük bir nokta hareketine başlamalıdır. Fakat aynı anda kaplumbağa da küçük bir nokta hareketini yapmış olacaktır. Dolayısıyla Aschylos hiçbir zaman kaplumbağa yetişemeyecektir. Kısaca Aschylos’un kaplumbağa yetişebilmesi için önce yolun  ½, sonra ¼, 1/8, 1/16, 1/64 vs. alması gerekiyor. Aynı şekilde kaplumbağa da aynı yolu yürüdüğünden Aschylos hiçbir zaman kaplumbağa yetişip ondan önce hedefe varamayacaktır. Zenon’unun harekete karşı bir başka kanıtı; havaya atılan bir ok hiçbir zaman hareket etmez. Zenon’a göre havaya atılan bir okun hiçbir zaman hareket etmeyişin nedeni okun her an iki nokta arasında bulunmasıdır. Her an iki nokta arasında bulunan bir şey hareket halinde değildir. Zenon’unun o dönemde pek dikkat edilmeyen üçüncü bir kanıtı yine vardır ki bu günümüzde son derece önemlidir. Bu da hareketin göreceli oluşudur.
         Parmenides ile Zenon’unun felsefesinden sonra çokluğun, değişmenin ve hareketin önem kazandığı bir dönem yaşanacak ki bu felsefeyi temsil edenlere çoğu defa elemancılar adı verilmektedir.
         V- EMPEDOKLES (495–436)
         Sicilya’nın güneyinde bir Yunan kolonisi olan Agrigenta kentinde yaşamış olan ilk elemancı Empedokles soylu bir ailedendir. Kendisine krallık önerildiği halde o demokrasiyi seçmiştir. Din düzelticisi, bilgin ve aynı zamanda doktor olan Empedokles felsefesinde bilimle mistisizmi iç içe işlemiştir. İlk tıp akademisini kurduğu söylenilen bu filozofun iki manzum esri vardır.
         “Doğa Üzerine” adlı manzumesinde bilimi, “Arınmaları”nda ise mistisizmi anlatmaktadır.
         Empedokles, Fisagorcular gibi orfik inancın etkisiyle ruhun ölümsüzlüğünü kabul ederek ruh göçüne (tenasüh) inanmaktadır. O’na göre bir zamanların mutlu insanları kendi yanlışlıklarından dolayı bulundukları yerlerden kovularak ruhları 30 bin yıl amaçsız olarak dolaştılar. Ancak bu zaman dilimi içinde ölümlüler bütün her türlü bedenlerde yaşayarak tekrar doğdular. Nitekim Empedokles kendi yazmasına göre “ruhu günün birinde oğlan, bir genç kız, bir bitki ve bir balık” bedenine girmiş. Bunun içindir ki, Empedokles, Fisagorcular gibi, olası kardeş veya baba ruhuna acı vermemek için hayvan kesimini ve birkaç bitkinin yenmesini yasaklamıştır. Bedeni bir cezaevi gibi gören ruhun tekrar bir başka bedende bulunması cezasından kurtulup yeniden eski yurdu olan kutsal ışığa kavuşması onun arınmasıyla olacaktır ki bu da bilgelikle olmaktadır.
         Dostlarına göre Empedokles tanrı tarafından gökyüzüne kaldırıldı. Düşmanları ise böyle bir sanıyı oluşturmak için Empedokles kendini Etna yanardağına attığı ileri sürmektedirler. En büyük kanıtları da kaybolmuş olan Empedokles’in bronzdan yapılmış pabuçlarının Etna yanardağının eteklerinde bulunmasıdır.
          Eşek derilerinden yaptırdığı rüzgâr engelliyici bir setle güneyden esen sam yelinin meyve ağaçlarının bol olduğu vadiye girişini engelleyen Empedokles’in ülkeyi kıtlıktan koruduğu yazılmaktadır. Bunun için kendisine “rüzgâra gem vuran insan” lakabı yakıştırılmıştır. Kanallar açtırarak bataklıkları kurutan ve ölüleri de canlandırdığı söylenilen Empedokles’in ayrıca merkezkaç kuvvetinden haberdar olduğu anlatılmaktadır. O, ayın ışığını güneşten aldığını söylediği gibi, ayın ve güneşin tutulmalarını doğru bir şekilde anlatmaktadır.
         Aristoteles’e göre yaş bakımından Anaxagoras’tan daha genç ancak felsefe yönünden ondan daha eski olan Empedokles’in felsefesinde Herakleitos ve Elealıların etkileri vardır. Empedokles, Herakleitos’un oluş felsefesini kabul etmeyerek Elalılarla bir olduğu halde onların varlığın hareketsizliği kabul etmeyerek Elalılardan ayrılıp Herakleitos’la aynı düşüncede olmuş oluyor.
         Iyonyalıların ve Herakleitos’un ilke arayışları gibi Empedokles de ilkeyi aramaktadır. Empedokles’e göre ilk madde exnihilden (yokluktan) çıkmamış olarak vardır. Tüm varlıkların da ilk ilkesi dört öğedir; su, hava ateş ve toprak. Bunların ilk iki öğesi önceki filozoflar ilke olarak kabul etmişlerdi. Xenophanes bir yanda tutulursa toprağı ilke olarak ilk kabul eden Empedokles’tir. Her biri kendi başına bir cevher olan bu dört öğe her zaman vardı. Bunların ne bir başlangıcı, ne de bir sonu vardır.
         Tüm varlıklar “morion” adı da verilen bu dört öğenin birleşmesiyle var oluyorlar, dağılmasıyla da yok oluyorlar. Evrenin özünü oluşturmuş olan su, hava, ateş ve toprak insanın da özünü oluşturmaktadır. İnsanın sert tarafı olan et ve kemiğin esası topraktır. Sıvı olan kanın da özü sudur. Nefes alınırken insan bünyesine esasında hava giriyor. Bedenin hareketiyle insanın birleşiminde ateşin de varlığı anlaşılmaktadır. Gerçekten doğum ve ölüm yoktur, ancak bu dört öğenin birleşmesi ve dağılması vardır. Nasıl ki bir ressam elindeki paletinde dört ana renkleri belli oranlarda kararak diğer renkleri elde ediyorsa aynı şekilde su, hava, ateş ve toprakla diğer tüm varlıklar elde ediliyor. Bu dört öğenin birleşmesi veya çözülmesi kendi kendine olmaz. Bu konuda Empedokles Iyonyalıları aşmaktadır. Thales her şeyin ilkesi olarak suyu kabul ediyor ancak her şeyin niçin sudan çıktığını açıklamıyor. Herakleitos da her şeyin niçin ateşten çıktığını yazmıyor. Empedokles’e göre dört ilkeyi birleştiren veya ayıran şey kendileri gibi sonsuz ve sınırsız olan sevgi ve nefrettir. Bu bakımdan Empedokles’in ilke sayısı 6 olmaktadır. Ancak dört ilkenin her biri bir Yunan ilahlarına karşılıktır: Su Nestes’i, hava Aides’i ateş Zeus’u, toprak ise Hera’ya karşılıktır. Dört ana ilkeyi birleştiren ve ayıran iki karşıt güç sürekli olarak mücadele içindedirler.
Başlangıçta sevgi üstün geldiğinde her şeyin; güneş, ay, yıldızlar, dağlar ve diğer varlıkların bileşik olduğu “Spharos” ortaya çıktı. Sphairos’ta nefret üstün çıktığında sevgi ortalıktan çekildi ve dağılma başladı. Önce Sphairos’un bir bölümünden kozmos yani düzenli dünya doğdu. Daha sonra sırasıyla diğer varlıklar; güneş, ay, yıldızlar, dağlar vs. tek tek birbirlerinden ayrıldılar.
Empedokles canlıların da aynı felsefeyle uygun olarak ortaya çıktıklarını ileri sürmektedir. Toprakta bulunan ateşin kutsal ateşe ulaşmak için yukarıya doğru yükselişi ve kendi benzeriyle buluşmak için aşağıya düşmekte olan nemli toprakla birleşerek canlılar türemişlerdir.
Dönüşümlü olarak aşk ve kinin üstün çıkışıyla henüz organları oluşmamış canlıların kaba şekiller ortaya çıkacak. Daha sonra organlar el, ayak, kol ve beden gibi öğeler yeryüzünde dağılmış olarak oluşacaklardır. Sevginin üstün olmasıyla dağılmış olan organlar rast gele birleşecekler ve değişik yaratıklar ortaya çıkacaktır. Örnek olarak el kolla birleşecek, belik insan başı öküz gövdesiyle buluşabilecektir. Ancak bu tür yaratıklar yaşamayacaklardır. Aynısı diğer yaratıklar için geçerli olmak üzere insan başı insan bedeniyle buluştuğunda hayat başlayacaktır.
Evrende var olan her şey sevgi ve nefretin mücadelesine bağlı olarak vardır veya yok oluyor. Evren ve insanın da özü bu dört ilkedendir. Öz bakımından bu ikisinde benzerlik olduğundan ikisi arasında bir ilişki de vardır. Empedokles’e göre insan mikro kozmos (küçük evren), evren ise makro kozmos (büyük evren) dur. Maddesel olan dört ilkenin birleşmesi ve ayrılmasını Empedokles’in psikolojiye özgü sevgi ve kine bağlaması yukarıdaki düşüncesine uygun düşmektedir. Ayrıca Empedokles’e göre yeryüzündeki var olan her şeyin dış yüzeyinde gözenekleri vardır. Bu gözeneklerden kendi suretlerini hayal şeklinde dışarıya yayar. Bu hayaller insan gözüne ulaştığında insan o nesnenin kendisini görür. Aynı şekilde diğer varlıklar gibi göz de dışındaki gözenekler aracılığıyla kendi hayalleriyle başkalarına görünür. Esasında algımız beş duyuyla aynı türden olan şeyler üzerinde olur. Göz ışıktır, ışıklar ışınlayan şeyleri görebilir. Sert nesneler aynı şekilde sert olan parmaklarla algılanır. Empedokles’e göre insan ancak kendi özünden olan doğayı bilebilir.
VI- ANAXAGORAS (500?-428)
Batı Anadolu’da yetişmiş olan Thales, Anaximandros, Anaximenes, Herakleitos ve Pythagoras’dan sonra son filozof olarak Anaxagoras yetişti. Klazomen’de (Gül Adsısında) M.Ö. 500 yılında doğdu sanılan ve felsefe tarihinde önemli bir konumda olan Anaxagoras 462 yılında Atina’ya yerleşti.
Iyonya’nın Persler tarafından alınmasından özellikle Milet Kent devletinin yerle bir edilmesinden sonra Atina bir kültür ve ticaret merkezi oldu. Anayurtlarına da saldıran Persleri geri püskürten Atinalılar 480–430 yılları arasında altın çağ dönemlerini yaşadılar ki bu çağ Perikles’le daha da öne çıktı.
Demokrasi yönetiminin ateşli taraftarı olan Perikles aynı zamanda iyi bir konuşmacıydı. Kendi çevresine birçok bilim insanları ve sanatkârları toplayarak onun Atina’nı kültür merkezi olmasında önemli katkıları oldu. Perikles’in toplantılarında her zaman hazır olan; Atina’yı şehir planlamacılığı yönünden şekillendiren mimar ve heykeltıraş Phidias,  trajedi yazarlarının üç önemli adları Eschyleus, Sophocles ve Euripides’e Anaxagoras’ın katılması ekibi çok güçlendirdi. Komedi yazarı ünlü Aristophanes de bu dönemde yaşadı.
Perikles’in önünde bir gün anomali olarak tek boynuzuyla doğan oğlak üzerinde her zaman yapılan bilimsel tartışmalardan biri daha yapıldı. Orada bulunan insanların çoğu bu aykırılığın tanrının dünyayı yok etme belirtisi olarak insanlara gönderildiğini ileri sürerken Anaxagoras bunun esasında kimi canlılarda bazen eksik oluşumdan böyle bir anomaliliğinin diseksiyondan olabileceğini, bunun da iyi anlaşılabilmesi için hayvanın kesilmesi gerektiğini ileri sürdü.
Diğer bilimsel konularda da zaman zaman aykırı düşünceleriyle Anaxagoras’a ters düşen bilim insanları ve özellikle kâhinler hayvanın kesilmesine aşırı bir şekilde itiraz ettiler. Ancak Perikles’in ısrarıyla hayvan kesildi ve Anaxagoras’ın haklılığı ortaya çıktı.
Atina yakınlarına 462 yılında düşmüş olan göktaşını inceleyen Anaxagoras güneşin akkor halinde olan (aşırı sıcak olan) bir taş parçası olduğunu söylediğinde, Anaxagoras’a daha önceden gönül koymuş olanlar bu sefer aşırı tepki gösterdiler. Çünkü Yunanistan’ının o yıllarında güneş tanrı olarak algılanıyordu. Devlet de dini korumak zorunda idi. Dine karşı işlenen bir suç devlete karşı işlenmiş kabul ediliyordu, cezası da ölümdü.
Perikles’in korumasıyla ölüm cezasından kurtulmuş olan Anaxagoras 30 yıl yaşadığı Atina’dan ayrılıp Lâpseki’ye sürgün olarak gönderildi. Kısa bir zaman sonra orada 428 yılında Anaxagoras hayata gözlerini yumdu.
Empedokles’e göre her nesnenin özünde dört eleman; su, hava, ateş ve toprak vardır. Yaratılmamış olan bu dört eleman (morion) sonsuz ve sınırsızdır, tıpkı Parmenides’in sonsuz ve sınırsız olan evreni gibi. Anaxagoras da evrenin kendisini değil de nesneleri oluşturan küçük parçacıklarının sonsuz ve sınırsızlığını kabul ediyor. Ancak bunların sayısı dört olmayıp evrende ne kadar nesne varsa o kadar parçacıkların varlığını söylüyor. Bu parçacıklar da spermata olarak adlandırılıyor.
Xenophanes, Parmenides ve Zenon’a göre yaratılmamış olan varlık bir bütün olup, hiçbir zaman hareket etmediği gibi bölünemez de. Bunu sonucu olarak evrende boşluk yoktur. Oysa Anaxagoras bunun tam tersini söylüyor, yani evrendeki varlıkların bölünebileceğini ve boşluk olduğunu, dolayısıyla hareketin kaçınılmaz olduğunu kabul ediyor.
Anaxagoras’a göre varlık sonsuzca bölünebilir, bir başka anlatılma bölünme pek durmaz ve kesin bir son bir parça yoktur. Ancak her bir spermata bölünemez ve bir bütünlük içindedir, onların bölünmesi söz konusu olmadığından onlar içinde boşluk da yoktur. Her bir spermata (herhangi bir nesnenin en küçük parçası) tıpkı bir maden taşında var olan altın, bakır ve diğer cevherlerin birleşik oluşu gibi birbirleriyle birleşiktir. Esasında birbirlerinden farklı olmayan bu ilk öğeler etin, kemiğin, adalelerin… en küçük parçalarıdır. Genel olarak Anaxagoras bunları canlı varlıklarının parçalarıyla aynı özellikte görüyor. Bunu şu şekilde de açıklayabiliriz: Anaxagoras’a göre evrende ne kadar varlık varsa o sayıda spermata vardır. Şöyle ki, buğdayı yediğimizde besleniriz. Anaxagoras için buğdayın içinde Empedokles’in kabul ettiği gibi sadece dört öğe (morion) yoktur, sayısızca parçacıklar (spermatalar) vardır. Buğdayın içindeki et spermataları etle, kemik spermataları kemikle birleşerek et ve kemiğin kendisi oluşur. Diğer cinsten olan spermatalar da aynı şekilde kendi ararlında birleşerek kendi varlığını oluştururlar. Doğuş aynı türdeki spermataların kendi aralarında birleşerek varlıklarının ortaya çıkışı, yok oluş ise spermataların birbirinden ayrılmasıdır.
Empedokles’e göre dört öğeyi birleştiren veya ayıran kendileri gibi sınırsız ve sonsuz olan sevgi ve kin iken Anaxagoras bu birleştirme ve ayrışma işini akıl anlamına gelen Nus adını verdiği varlıkla çözüyor.
Nus nedir? Nus hiçbir şeyle birleşmeyi kabul etmeyen, maddesel olan şeylerin en narini, en saf olanıdır. Yaratma gücüne sahip olan Nus’un kendisi hiçbir zaman yaratılmamıştır. O harketsizdır ancak her şeye ilk hareketi veren kendisidir.
Zaman yönünden sonsuz mekân içinde sınırsız olan Nus, evreni düzenlemek ve yönetmek için evrene ilk hareketi verir. Bu düşüncesiyle monist (tek tanrıcı) gibi gözüken Anaxagoras Nus gibi spermataların yaratılmamış olduğunu kabul ettiğinden esasında düalisttir. Felsefede ilk düalist Anaxagoras’tır. Kendisinden önceki filozoflar materyalist panteist oldukları halde sonraki filozofların çoğu düalisttir.
Anaxagoras’ın felsefesinde başlangıçta her şey kaos (düzensiz) durumunda iken Nus kendi etrafında bir girdap oluşturup spermataları harekete geçirerek ilk oluşu başlatır. Artık Nus’un müdahalesi olmaksızın kaostan sıcak, parlak ve hafif olan esirle soğuk, karanlık ve ağır olan aer ayrıldı. Daha sonra esirle aerin birbirinden ayrılmasıyla bir girdap oluştu. Ağır olan parçacıklar merkeze doğru inerek orada bir arada sıkıştılar. Gittikçe genişleyen anafor dışta ince, hafif ve parlak, iç kısımda ise ağır, nemli ve karanlık olan şeylere büründü. “Sonra bir süreç devam eder ve iç kısımda bir araya gelmiş aer kütlesinden su ayrılır. Sudan toprak, topraktan ise büyük bir soğuk etkisiyle taşlar ayrılır. Birkaç taş kütleleri hareketin hızlılığından dolayı yeryüzünden koparak etrafa dağılır ve sıcak, parlak ve hafif olan esirin bulunduğu yere düşer. Bunlar burada esirin kızgın elementleri içinde beyaz ateşe karışırlar ve esirin dönüşüne katılarak etrafa ışık saçarlar. Bu ışık esasında karanlık ve soğuk olan dünyayı aydınlatarak ısıtırlar”.
Her şey hakkında bilgi sahibi olan Nus, Bütüne düzen vermek için henüz şekil almamış maddeye belli bir amaç için ilk hareketi verdi. Nasıl ki bir mimar olmaksızın taş yığını bir duvara, heykeltıraş olmaksızın mermer kütlesi bir heykele dönüşemiyorsa aynı şekilde Nus ve onun amacı olmaksızın evrende kaostan (düzensizlikten) kozmosa (düzene) geçilemez.
Felsefede amaççılığı (teleolojik görüşü ) ilk defa ileri süren Anaxagoras’tır. Her şeyin bir amacı olduğu gibi Nus’un da bir amacı vardır. Bu felsefesinden dolayı kendisini ilk gerçek filozof olarak gören Platon ve Aristoteles, şekilsiz maddeye ilk hareketi veren Nus’un sonradan niçin oluşa müdahale etmediğini anlatmadığından Anaxagoras’ı olumsuz olarak eleştirirler. Platon bu konuda haklı, ancak aynı hatayı (eğer hata ise) kendisi de yaptığından Aristoteles için aynı şey söylenemez.
Empedokles, öz bakımından ikisi birbirine benzediklerinden insan doğayı bilir demişti. Anaxagoras ise insanın kendisiyle öz bakımından aynı olanı değil karşıtı olan bilebileceğini söylemektedir. Duyularımızın yeterli yetkinlikte olmadıklarından gerçeği tam olarak bilemeyeceğimizi de ekliyor. Bu görüşü, Perikles’in bilimsel toplantılarına da katılmış olan Protagoras düzenleyerek sonradan ilk defa şüpheci felsefeyi kuracak.
VII- ABDERA EKOLÜ (Leukippos ve Demokritos)
Empedokles’le başlayıp Anaxagoras’la önemli gelişmeler gösteren ilkelerin çokluğu görüşü Leukippos ve Demokritos’la atomculuk anlayışıyla tamamlandı.
Zenon’unun öğrencisi olduğu söylenen Leukippos Miletlidir. Asya kültürüyle Yunan kültürünün buluştuğu ve bir ticaret kenti olan Abdera’ya sonradan yerleşip ekolunu kurdu.
Elealılara göre, önceden yazıldığı gibi varlıklarda değişme, hareket ve çokluk yoktur. Başlangıcı ve sonu olmayan bir varlık değişmeden, çoğalmadan ve evrende hiçbir boşluk bırakmadan her zaman hareketsiz olarak durur.
Empedokles’le Anaxagoras ilke konusunda bu görüşe karşıt çokluğu, değişmeyi ve hareketi esas alan bir felsefeyi kabul ettiler. Leukippos ise varlıkla yokluğu (var olmayanı) kabul ederek boşluğun var olduğunu ileri sürdü. Ayrıca o, sertliğinden dolayı varlığın artık bölünemeyecek noktasına kadar bölündüğünü ve boşlukta hareket ettiğini ve her sebebin bir sonucu olduğunu söylemektedir. Bütün bu düşünceleri öğrencisi Demokritos tarafından bir felsefe sistemi haline getirildi. Esasında günümüzdeki doğa bilimlerin özünü oluşturan bu görüşün (atomculuğun) ilk kurucuları Leukippos ve Demokritos’tur. Ancak bu ikilinin düşünceleri o kadar iç içedir ki hangi düşüncenin kime özgün olduğu bilinemediğinden, tümünü Demokritos’a mal edilerek anlatılır.
Demokritos, Anaxagoras’ın Atina’ya yerleşmesinden iki yıl sonra doğdu (460). Babasından kalan serveti Mısır, Etopia, İran ve belki de Hindistan’a kadar seyahat ederek bilim uğruna harcadı. Yıllar sonra parasız olarak Abdera’ya döndüğünde serveti boşuna harcadığı gerekçesiyle Abderalılar Demokritos’u mahkemeye verdiler. Demokritos, mahkemede savunmasını yapması gerekirken seyahat esnasında yazdığı ve “Dia kozmos” (Büyük Evren Düzeni) adını verdiği esrini okudu.
Demokritos’un bu esriyle büyülenmiş olan Abderalılar Demokritos hayatta iken kendisine 500 talant maaş bağlanacak, kentin merkezine bir heykeli dikilecek ve öldüğünde de devlet töreniyle defnedileceği şeklinde mahkeme kararı aldılar.
 O dönemlerde Nus anlayışıyla herkesi etkilemiş olan yaşlı Anaxagoras’la, genç Protagoras ve Platon’un ders aldığı orta yaşlı Sokrates ve diğer önemli yazar, sanatkâr ve politik insanlarla Yunanistan’ının kültürel yönden en zengin kenti kesinlikle Atina kentiydi.
Kentinde eseriyle tanınmış olan Demokritos için Atina’ya gitmek artık kaçınılmaz olmuştu. Namının önceden Atina’ya ulaştığını sanan Demokritos Atina’ya vardığında kendisini hiç kimsenin tanımadığını fark ettiğinde üzülmüştü. Fakat diğer taraftan onu kimse tanımadığına göre Anaxagoras ve Sokrates’in derslerine katılıp onlara özgürce sorular sorabilirdi. Demokritos’un korkusuzca söylediği düşüncelerini Anaxagoras’ın hayranlıkla dinlediği söylenmektedir.
Demokritos’un fizik, matematik, tıp ve etik üzerinde yazdığı sanılan çalışmalarının günümüze parça olarak da ulaşamamasına karşın Lukretus’un şiirleştirdiği Demokritos’un felsefesi Epikür, F. Bacon, Montaigne, Gassendi ve Bentham aracılığıyla günümüze kadar ulaşabildi.
Her varlığın ilkesi olarak kabul ettiği varlıkların artık sertliklerinden dolayı daha fazla bölünemeyen en küçük parçacıklara Demokritos atom adını verir. Parçalanamaz anlamına gelen atomlar (her varlığın en küçük parçası) Empedokles’in morionu, Anaxagoras’ın spermatası ve diğer filozofların ilkeleri gibi sonsuz ve sınırsızdır.
Bir varlığın var olması ve yok olması bu atomların birleşmesine ve dağılmasına bağlıdır. Ancak boşluk içinde özelliklerinden dolayı zorunlu olarak hareket halinde olan atomları birleşmesi veya dağılması bilinen bir gücün koyduğu amaca göre değildir.
Rastlantıyı ve amacı kesinlikle reddeden Demokritos atomların iki türlü özelliğe sahip olduğunu düşünmektedir. Birincisi; insanların varlığından bağımsız olarak varlıklarda kendiliğinden var olan özellikler, ikincisi ise insanların hazır olmasıyla varlıklarda beliren özellikler renk, koku, ses vs. gibi.
Atomların birinci özelliğine göre; insanların varlığına bağımlı olmaksızın sertlik, şekil ve ağırlığa sahiptirler. Sertliklerinden dolayı daha fazla bölünemeyen atomlarının daire, küre, çengelli vs. özelliklerine sahip oldukları gibi, ağır veya hafif özellikleri de vardır olmak.
Ağırlıklarından dolayı boşlukta aşağıya düşmek veya yukarıya yükselmek zorunda olan atomlar çarpışarak bir girdap oluştururlar. Bu girdapla benzer özelliklerde olan atomlar tıpkı turnaların beraber uçuşu gibi beraber hareket ederek birleşecekler ve varlıklar oluşacak. Bu oluşuma bir başka örnek olarak; dövende yeni ezilmiş buğday danelerinin ve saplarının havaya yabayla atıldığında benzer ağırlıkta olan danelerin bir yere, samanların ise başka bir yere yığılmaları gibi veya deniz kenarında benzer büyüklükte ve ağırlıkta olan çakıl taşların yan yana sıralanması gösterilebilir.
Buradan, benzer şekil ve ağırlıkta olan atomların birlikte hareket ederek varlığı oluşturduğu kolaylıkla anlaşılır. Çengelli atomların birleşerek bir nesnenin acılığını oluşturması gibi ağır olan toprak atomlarının aşağıya doğru düşerken birleşmesiyle yeryüzü oluşuyor. Yeryüzü çevresinde de ağırlık ve hızlarına göre su, hava ve ateş ortaya çıkar.
Demokritos’a göre evrende sayısız dünyalar vardır. O’nun bir öğrencisinin anlatımıyla “sonsuzlukta yalnız tek dünyanın varlığını söylemek büyük bir tarlada tek buğday danesinin var olduğunu söylemek kadar anlamsızdır”.
Büyük girdabın oluşumuna sebep olan atomların çarpışması, onların temel özelliklerinden dolayı zorunludur. Atomların birleşmesi ve ayrılması konusunda bir başka gücü kabul etmeyen Demokritos, bu felsefesiyle İlk Çağ’ın önemli materyalistlerden biridir. Fazla uzun ömürlü olmayan ve insanlar gibi ölümlü olan ilahlardan da söz açması halkın suskunluğunu sağlamak için olsa gerek.
Demokritos’a göre ruh atomları da maddesel atomlardan oluşmuş olup ateş atomları gibi hafif,  küçük ve yuvarlaktırlar. Onlar ancak toz zercikleri gibi güneş ışığında görülebilir. Hızla hareket eden ruh atomları bedenin her yanına dağılmış olup her nefes alınışında yenilenirler.
Sonsuz ve sınırsız olan atomların yukarıda yazıldığı gibi birincil özelliklerinden dolayı hareket etmek zorundadırlar. İkincil özellikleri ise ancak insanların hazır oluşlarıyla ortaya çıkıyor. Bir başka anlatımla ses duyan bir kulak için, renk gören bir göz için vardır. Bunun içindir ki, Demokritos’a göre bilginin temelinde beş duyu vardır.
Görmenin, eşyanın hayaletinin insan gözüne ulaştığında gözün algılamasıyla olduğunu kabul eden Demokritos, eşya ile göz arasındaki uzaklığa göre eşyanın hayaletinin yolda şekil değiştirebileceği düşüncesiyle görme duyusuna pek güvenmez. O’nun en çok güvendiği duyu nesnenin birincil özelliklerini algılayan dokunma duyusudur. Demokritos’a göre yalnız beş duyuyla algılanıp kazanılan bilgiler yanlış olabilir.  Beş duyuyla algılanıp aklı kontrolünden geçirilerek kazanılan bilgiler ise gerçek bilgilerdir. Yine de gerçeğe ulaşılamaz çünkü o “uçurumun derinliğindedir”.
Buraya kadar incelediğimiz Yunan filozofları içinde mutluluğu ilk defa gündeme getiren Demokritos felsefede önemli bir filozoftur. Yaşamın amacını mutlulukta gören Demokritos yaşamda ne kadar fazla zevk alınırsa ve ne kadar az acı duyulursa insanın o kadar mutlu olacağını söylüyor. O’na göre zevk verenler iyi, acı verenler ise kötü olan şeylerdir. Ancak zevk sürekli olmalıdır veya en azından sonunda acıya dönüşmemelidir. Bunun için insan zevki dış dünyasındaki nesnelerde değil kendi iç dünyasında, sonluda değil sonsuzda aramalıdır. Bizi ölümsüzlüğe ve kutsal olana götüren şey bedenin değil ruhun iyilikleridir. İyi eylemin ve doğru düşüncenin temeli olan ve güzel olanları fark etmemizi sağlayan bilgi en güzel erdemdir. İnsan bu erdemiyle aşırı isteklerine engel olur, var olan karışıklıkların üstüne çıkar ve ruhun yetkin zevkine kendini teslim eder.
Mutluluk ahlakla, ahlaksa toplumla yakından ilgilidir. Genelin yararını her zaman kişisel yararın üstünde tutan Demokritos, her insanın sorularına yardımcı olan bir devletinin varlığını zorunlu görür. Demokratik düşünceye de saygılı olan filozof “Demokratik bir ülkede yoksul olarak yaşamak kralların yönettiği bir ülkede zengin olmaktan iyi” olduğunu söylemekle birlikte, tarım toplumunun gereği olsa gerek, “kendi ellerinden ve ayaklarından yaralandığın gibi kölelerden de yararlan” tümcesini de söylemiştir.
Atomculuğu doruk noktasına taşımış olan Demokritos, kozmolojik dönemle (doğayı inceleyen) antropolojik dönem (insanı inceleyen) arasında bir geçiş dönemi filozofudur.
Önümüzdeki sayfalarda insan ve toplumu inceleyecek Sofistlerle temel konusu insan olan Sokrates’i incelemek üzere antropolojik döneme gelmiş oluyoruz.



II-ANTROPOLOJİK DÖNEM
A-  Sofistler
Perslere karşı kazanılan Maraton Savaşı’ndan sonra deniz gücü bakımından üstün olan Atina Kent Devleti felsefe yönünden önem kazandı. Filozofların ve sanatkârların koruyucusu ve ılımlı demokrasi yönetimim taraftarı olan Perikles’in yönetime geçmesiyle Atina’nın bu önemi daha da arttı.
Sözcük anlamı “halk yönetimi” olan demokrasilerde halkın yönetime doğrunda katılması söz konusudur. Ancak Atina halkı söylenince yaşayan özgür insanları anlamak gerekir. O dönemde Atina’da özgür vatandaşlarla birlikte özgür olmayan, dolayısıyla demokratik yönetime katılamayan, toplam sayıları da azımsanmayacak kadar çok olan;  yabancılar (metekler), köleler, köylüler ve kadınlar yaşardı. Özgür vatandaşların yönetimde söz sahibi olabilmeleri için yapılan seçimlerde başarı göstermeleri gerekiyordu. Bunun için de onların iyi hatip olmaları gerekiyordu.
Büyük veba salgınında iki oğlunu kaybetmiş olan Perikles, devleti kötü yönettiği savıyla görevinden 430 yılında uzaklaştırıldı. Kendisine para cezası da verilen Perikles bir yıl sonra vefat etti.
Atina ve Isparta arasındaki Peleponnes Savaş’ından yenilgiyle çıkan Atina kent devletinin sosyal, politik ve kültürel yapısı değişti. Artık yönetimde Perikles gibi güçlü bir yönetici olmadığı gibi, herkesin güvendiği gülü bir devlet de yoktu. “Güçlü olan ayakta kalır” mantığıyla herkes kendi olanaklarıyla güçlü olmaya çalışıyordu.
Tüm bu toplumsal değişmelerden sonra demokrasilerde başarılı yönetici olabilmek ve gerektiğinde mahkemelerde kendi savunmalarını kendileri yapabilmek için iyi bir konuşmacı olmak gerekiyordu. Bu sebeplerden dolayıdır ki, halka güzel konuşma sanatını öğreten Sofistlerin ortaya çıkışı bu dönemde oluyor.  
Sofistler filozof olmaktan daha çok Atina ve diğer Yunan kent devletlerinde V. yüzyılın ikinci yarısında, halka para karşılığında ders veren öğretmenlerdir. Ancak bilgi felsefesi konusunda önemli çalışmaları da vardır.
Herodotos’a göre Sofist sözcüğü bilim ve sanatın uzmanları, bilge insanlar anlamına gelmesine karşın, çok sevdiği öğretmeni Sokrates’in ölüme gerekçe olarak o’nun sofistliği ileri sürülmesi ve o dönemde iyi karşılanmadığı halde sofistlerin para karşılığında halka ders vermelerinden dolayı Platon, o sözcüğe pek de iyi anlam yüklemiyor.
Kendilerinden önce yaşamış tüm filozofların felsefelerini iyi bilen Sofistler felsefe yönünden hiç birine katılmıyorlar. Onların her biri doğa hakkında değişik sonuçlara ulaşsalar da, onlar temel konu olarak doğanın ilkelerini araştırmayı seçmişlerdi. Thales’e göre her şeyin ilkesi su, Herakleitos’a göre ateş, Demokritos’a göre ise atomlardı.
Bilgi konusunda da bir noktada buluşamayan doğa filozofların çoğuna göre duyular insanları gerçeğe götüremez. Parmenides örneğinde olduğu gibi, varlıkta çokluğun, değişmenin ve hareketin varmış gibi görünmesi esasında gerçek olmayıp beş duyunun bir yanılmasıdır. Benzer şekilde Anaxagoras ve Atomculara göre beş duyu insanlara nesnenin arkasındaki gizli anlamları açıklayamaz.
Doğa filozoflarına göre varlığın ilkesi maddesel olduğundan duyuların bizi yanıltmanın ötesinde bilgi konusunda onlar bizi çaresizlikler içinde bırakıyor.
Sürekli olarak gerçeği arayan filozoflar madde ve bilgi konusunda değişmemeleri gereken bir gerçeğe ulaşamadılar. Bu durumda herkes için geçerli olan bir gerçeğin varlığından şüphe etmek gerekir. Bu düşünceden hareketle Sofistler doğa felsefesine olumsuz eleştiri getirdiler. Politik ve sosyal durumların değişmesiyle de doğa konusunda çıkmaza giren Sofistler yalnız insan ve insana özgü konuları araştırmaya başladılar.
Onlar konuşma sanatını insanlara öğretirken erdem ve mutluluğun da ne olduğunu açıklamaya çalıştılar. Teorik alanda şüpheci pratik alanda ise para karşılığında ders veren Sofistler “natüralizm” yerine “hümanizm”i felsefenin gündemine aldılar.
Bilgilerin duyulara dayandığını ancak değişmeyen gerçeğe onlarla ulaşılmadığını, esasında bir gerçeğin hiçbir zaman gerçekten var olmadığını göstermeye çabalayan ilk sofist filozof Protagoras’dır.

a-PROTAGORAS (yaklaşık olarak482–411)
Abderalı komedi yazarı Eupolis’e göre Theoslu olduğu yazılsa da Protagoras, Platon’unun yazdığı gibi Abderalı olsa gerek. Anlatılanlara göre: “Demokritos doğum yeri olan Abdera’da iken bir gün bir hamalın sırtındaki yükü odun parçalarını çok ustaca bir şekilde düzenlediğini görür. Bundan çok etkilenmiş olan Demokritos o’nunla konuşmaya başlar ve zekâsına hayran kalır, sonunda o’na öğrenci olur. Bu yük taşıyıcı; felsefede bilgeliği geçim kaynağı olarak kullanarak büyük bir devrim yapacak olan ilk sofist Protagoras’dır”. Bununla birlikte Demokritos’un Protagoras’a öğrenci olduğunu gösteren bir başka belge de yoktur ancak Herakleitos’un öğrencisi olduğu ileri sürülmektedir.
Perikles’in ve Euripides’in dostu Protagoras Atina ve diğer yunan kent devletlerinde ve kolonilerde para karşılığında verdiği konuşma sanatı dersiyle gelirini Phidias ve diğer on heykeltıraşın gelirini fazlasıyla katladığı biliniyor.
Tanrılar konusunda yazdığı “Peri Teon” (Tanrılar Üzerine) adlı eserinin girişinde koyduğu “Tanrılar üzerine bir şey diyemem; ne var olmaları ne de yok olmaları ‘konusunda’. Birçok sebeple birlikte sorunun zor oluşu ve insan ömrünün kısalığı o’nu bilmeyi engeller” düşüncesiyle Protagoras tanrıtanımaz olarak kabul edildi. Eserleri toplatılarak kentin meydanında yakıldı. Kendisinin de Atina’dan kovululduğu yazılmaktadır. Sicilya’ya gitmek üzere bindiği geminin batmasıyla öldüğü bilinmektedir.
Esasında politeizm düşüncesine karşı olan Protagoras felsefesine uygun olarak yukarıdaki düşüncesini dile getirmiş olmasına karşın ateist olduğu pek söylenemez, çünkü insanlara tanrı varmış gibi yaşamalarını öneriyor.
Protagoras’ın felsefesi, ‘Gerçek’ üzerinde yazdığı eserin baş tarafında yazdığı gibi: “İnsan her şeyin ölçüsüdür, var olanların var olmalarının, var olmayanların da var olmamalarının (ölçüsü)”. Platon “Théététe” adlı eserinde bu mantığı; “Protagoras’a göre nesne benim için bana göründüğü gibi, senin için de sana göründüğü gibidir. İki insan için esen rüzgâr hasta olan için soğuk, sağlıklı insan için sıcak olur” şeklinde açıklar.
İnsanların algılamalarına göre değişen gerçek, insanım kendisi için de değişebilir. Bu konuda bilinen örnekte olduğu gibi; üç su kabı alınsın, birinci kaba sıcak, ikincisine ılık, üçüncüsüne ise soğuk su konulsun. Önce işaret parmağın birini sıcak, diğer işaret parmağı ise soğuk suya batırılıp bir müddet bekletildikten sonra parmaklar sudan aynı anda çıkartılıp ılık su bulunan kaba batırıldığında sıcak sudan çıkan parmağa su soğuk, soğuk sudan çıkartılıp ılık suya konulan parmağa ise su sıcak gelecektir. Aynı ılık su aynı insanın parmaklarına göre farklı algılanacaktır. Oysaki su aynıdır. Gerçek insandan insana değiştiği gibi aynı insana göre de değişebilir.
Protagoras’a göre gerçek o anda istenilen ve algılanan şeydir. Herakleitos’un “her şey sürekli oluş içindedir” ve “savaş her şeyin atasıdır” mantığına benzer olarak Protagoras bilgimizin; nesnenin süreç içinde oluşuyla organın durağanlığıyla ortaya çıktığını anlatmak istemektedir. Hiçbir nesne basit değildir. Duyu organlarıyla algıladığımız her nesne için duyu organı varlığı gibi kendisinin de var olması gerekir. Bu durumda; bir insan için ve insanın kendi içinde bir nesne yoktur. Bir algılayan öznenin, bir de algılanan nesnenin var olması gerekir. Bu durumda bir nesneyi benim algılamam benim için, aynı nesneyi senin algılaman senin için doğrudur.
Yüzyılımızda geçerli olan göreceliğe yaklaşmış olan Protagoras, bilgi felsefesi için önemli bir adım atmış oluyor; bilgi ancak bilen insana değil, bilinen nesneye de bağlıdır.
Protagoras varlığın ilkesini yalnız dış dünyaya değil insanın kendisine de bağlı olduğun kabul etmektedir. O’na göre filozofların düşündüğü gibi ilk olgu maddesel evrende değil insanda da vardır. Felsefede genellikle kabul edildiği gibi ilk kavramcı Sokrates’ten önce kısmen Protagoras’ın olduğu söylenebilinir.
Felsefeyi iyi düşünmek ve düşüncesini iyi anlatmak sanatı olarak gören Protagoras, başkalarına da bu sanatı öğretmek için düşünüleni başkasına anlatmak aracı olarak gördüğü dilbilgisi üzerinde çalışan ilk filozof olduğu kesindir.
Etkili bir konuşmayı nasıl düzenlemelidir, hangi sözcüğü ne zaman, nerede ve nasıl kullanılmalıdır sorusu sorulduğunda, insan ister istenmez dil bilimine girmek zorunda kalır.
Mantık ve filolojiyle ilk uğraşan filozof olarak kabul edilen Protagoras’ın Yunan dil bilimi için önemli çalışmalar yaptığı bilinmektedir. O’nun çalışmalarıyla önemli gelişmelere uğrayan Eski Yunan dili aracılığıyla Büyük Sistemler Dönemi’nin önemli filozofları Platon ve Aristoteles felsefelerini çok kolaylıkla yazmışlardır.
İnsanın üstünlüğünü insan ve toplum ilişkilerinde gören Protagoras dil çalışmalarıyla birlikte sosyal konularda da çalışmak zorunda kalmıştır. Üstelik insanı hayvanlardan üstün kılan olgular bu ilişkilerdir.
b- GORGİAS (427–375 )                             
Gorgias Sicilya’da Siyrakusa’ya uzak olmayan Leontinoi’de 483 yılında doğdu.  Sirakusalılar Leontinoi’ya saldırdıklarında yardım için Gorgias Atina’ya elçi olarak gönderildi. Konuşmasıyla Atinalıları büyülemiş olan Gorgias, istenilen yardımı sağladığı gibi kendisi de bu konuşmasıyla Atina’da ünlü oldu.
Gorgias, Empedokles’in öğrencisi olmasına karşın felsefesinde daha çok Elealılardan etkilendi. Gorgias’ın felsefesi Sextus Empiricus aracılığıyla günümüze kadar ulaştı. Gorgias’ın yazdığı bilinen “Var Olmayan veya Doğa Üzerine” adlı eserinden kalan bir parçadan Sofistlerin ne kadar Elalıların etkisinde kaldığını göstermektedir.
Diyalektik ve konuşma sanatı derslerini para karşılığında veren Gorgias; Isocrate, Thucydide, Eschine, Kritias ve şair Agathon’a öğretmenlik yaptı.
Zenon’unun felsefesini düzenleyerek şüpheciliği zirveye taşıyan Gorgias iki yönü keskin bir bıçak gibi antilojilere ulaştı. Yalnız ne bir ne de çokluk, ne dinginlik ne de hareket, ne varlık ne de var olmayan vardır, her ikisi de vardır. Bir başka anlatımla ne salt bir varlık, ne de salt bir var olmayan vardır. Örneğin; hastalık doktorun para kazanması için iyi, hasta için kötüdür. Ölüm cenazeyi parayla kaldıranlar için iyi, ölen için kötüdür.
Varlığın gerçekliğinden şüphe eden Gorgias varlığın var olmadığını ispatlamak için ikinci bir çıkmazı ileri sürüyor. Eğer varlık var olmuş olsaydı; var olan düşünülür, var olmayan da düşünülemez olduğundan onu biz bilemezdik. Gorgias’ın üçüncü tezi; eğer varlık gerçekten var olmuş olsaydı, biz de onu iyi anlamış olsaydık onu başkalarına anlatamazdık. Bilgi başkalarına sözle aktarılır, söz ise var olandan başka bir şeydir.
Milet’te Thales, Güney İtalya’da Pythagorascılar ve Syrakuza’da Arşimet’le Yunan bilimi Akdeniz’in her tarafına yayılmışken Atina bu konuda biraz geride kalmıştı. Bilgi teorisi konusunda şüpheciliğe varmış olan Sofistlerin bu gecikmede olumsuz bir katkıları oldu. Sofistlerin şüpheciliği yalnız bilime değil, özellikle sonradan gelen sofistler, felsefeleriyle toplum düzenine de zarar verdiler.
Onların yanlışı,  anthropos sözcüğüyle ancak bir insanı anlamalarıdır. Oysaki anthropos sözcüğüyle yalnız bir bireyi değil tüm insanlığı, daha da açıkçası “insan”ı anlamak gerekir. İnsan kavramına böyle bir anlam yüklendiğinde ancak o zaman bilim yapılır. Anthropos sözcüğüyle bir “insanı” değil “tüm insanları” anlattıkları için Platon ve Aristoteles’in felsefeleri kalıcı oldu. 
Sofistler para karşılığında ders verecekleri öğrencilere ulaşabilmek için çok kent dolaşmışlardı. Bunun içindir ki sofistlerin ders verecekleri belli bir yerleri yoktu.
Sofistler bir kente vardıklarında ilk işleri ders verecekleri insanları bulmak amacıyla kentin meydanında değişik konularda bir konuşma yaparlardı. Konuşmaları beğenildiğinde onlardan para karşılığında özel veya toplu ders vermeleri istenirdi.
Bu gezilerle sofistler farklı insanlarla karşılaştıkları gibi değişik toplumları araştırma olanağına sahip oldular. Toplumdaki kurum yetkinliğinin veya eksikliğinin insanlarından kaynaklandığını fark eden sofistler, insanların toplum halinde yaşamaya başlamaları konusunda iki önemli teori ileri sürdüler.
Platon’unun “Protagoras” adlı eserinde yazdıklarına göre; yaradılış yönünden insanlar diğer canlılardan daha eksiktir. Diğer canlılar hayatta kalabilmek için, doğa ve düşmanlarıyla savaşımda daha zayıftırlar. Onlar doğaya veya düşmanlarına karşı tek başlarına direnerek üstün gelebildikleri halde insanlar bu konuda güçsüzdürler: “Dağıtma işinde kimilerine kuvvet veriyor, hız vermiyor, kimilerine hız veriyor ama kuvvet vermiyor; kimine silah veriyor kimine de silah vermiyor ama korunmaları için başka güçler buluyor. Küçük cüsselilere, kaçmak için kanat veya yeraltında sığınma gücü veriyor. Cüsselileri de irilikleriyle kurtarmış oluyor. Böylece bütün hayvanlar arasında bir ahenk kurulmuştu. Bütün bu tedbirler türlerinin yok olmamalarının önüne geçmek içindi. Birbirlerinden korunmak için her birine böyle bir takım güçlerle donattıktan sonra, onları Zeus’tan gelecek hava değişikliklerine karşı sağlam kılmaya çalıştı. Soğuk ve sıcaktan korunmaları, uyurken üşümemeleri için her birinin üzerine kalın deri ve sık tüylerle kapladı,. Kiminin ayaklarına tırnak taktı, kimininkini de kansız ve kalın derilerle örttü. Daha sonra her cinsine ayrı ayrı gıdalar bulmaya çalıştı, kimine yerin otlarını, kimine ağaçların yemişlerini, kimine de köklerini, bir kısmına da hayvanların etini buldu, ama yenenlerin türlerini tükenmekten kurtarmak için yiyenlerin az, yenilenlerin çok üremelerini sağladı”.
Fakat insan hiçbir zaman tek başına ne kendilerini ne de yakınlarını düşmanlarına karşı koruyamadıkları gibi, doğanın zor şartlarına karşı da duramaz. Bu zayıf yönünü güçlendirmek için, insan aklını kullanarak zayıflıklarını gidermeye çalıştılar: Düşünceleriyle sözcükleri oluşturan insan, dillerini buldular ve dilleriyle anlaşarak kendi aralarında sanki bir sözleşme yaparak toplum haline geldiler.
 Toplum halinde toplanmış olan insanları bir araya getiren temel sebep, zayıflıklarını gidermek, kendilerini ve türlerini doğaya ve düşmana karşı koruma dürtüsüdür. Bu durumda insanları bir araya toplayan sebep benzer olduğundan bu toplumdaki tüm insanların bu birliğin sağladığı getirileri ortak paylaşmalı, hiç kimse diğerine üstün olduğunu iddia etmemelidir. Toplumda herkes özgür, eşit ve kardeştirler. Ararlındaki tek fark her bireyin doğuştan getirdiği yetenekleridir.
Devlet adı verilen bu düzenli kurumun temel görevi her insanı yeteneğine göre eğitmek ve eğitiminden sonra eğitildiği alanda görev vermektir. İnsanlar arasındaki tek farkı yaptıkları meslekleridir.
Yukarıda yazılan görüşe göre bir araya toplanmış olan insanlar arasında kesinlikle köleliğe yeri yoktur. Bu mantık, sofistlerin para karşılığında ders vermelerinden rahatsız olan ve onların gerçeği algılama konusundaki söylemlerinden rahatsız olan soylu aileleri fazlasıyla mutsuz etmişti. O dönemdeki Yunan ekonomisi insanın alın terine dayalı olduğundan, bir başka anlatımla o dönemin ekonomisi tarım kültürü özelliğine sahip olduğundan kölelik yasal kabul edilmişti. Demokritos gibi bir filozof dahi köleliği olağan sayıyordu.        
    İnsanların bir araya gelerek oluşturdukları toplumun ve devletin kuruluş felsefesinde ileri sürülmüş olan bu görüşe felsefede “Sözleşmeler Kuramı” adı veriliyor ki, temsilcileri ilkçağlarda Platon’unun yazdığı gibi sofist Protagoras ve Antiphon, Yeniçağlarda ise J.-J. Rousseau’dur.
Sofistler tarafından, aynı konuda ileri sürülmüş, bir başka görüş de “Kuvvetler Kuramı”dır. Bu görüşü Platon’unun “Devlet” adlı kitabının I. bölümünden öğreniyoruz. Trasymachos adlı bir sofist toplumda bu şekilde bir eşitliğin olmadığını, böyle bir sözcüğün anlamsız olduğunu söylemektedir. Esasında toplumun oluşmasında önemli bir güç; insanların başkalarına egemen olmak duygusudur. Bu duyguyla insanlar başkalarına emir verecekler, onlara egemen olacaklar ve kendi yaraları için yasalar çıkaracaklardır. Bu yöntemle fiziki yönden güçlü olanlar zayıf olanları kendi yönetimine alacaklar ve toplum oluşacaktır. Böyle bir toplumda doğal olarak kölelik kurumu var olacaktır. Sözleşmeler kuramında olduğu gibi insanların adil olanlar ve olmayanlar şeklinde olmayıp, insanlar güçlü olanlar ve olmayanlar şekline sınıflandırılacaktır.
Platon’unun “Gorgias” adlı eserinden öğrendiğimiz gibi Kallikles adlı bir başka sofist kuvvetler kuramının esası toplumdaki insanları güçlü olanlar- olmayanlar şeklinde değil de kurnazlar ve budalalar şeklinde ayırmaktır. Kurnaz insanlar kaba kuvveti kullanmanın ahlaksızlık olduğunu ileri sürerek fiziki yönden güçlü olanların kaba kuvvet kullanmalarını engellerler. Bu yöntemle kurnazlar ahlaka dayanarak diğerlerini kendi etrafına toplarlar ve Kallikles’e göre toplum bu yöntemle oluşur.
Yunanlıların aydınlanma çağında yaşamış olan sofistlerin özellikle bilgi kuramı konusunda felsefeye önemli katkıları oldu. O dönemin sosyal ve din değerlerine karşı olumsuz olmalarına karşın ilk sofistler toplumda bir dereceye kadar itibar gördüler. Ancak Kritias, Prodikos, Hippias, Alkidamos ve Lykophon gibi ateist olan son dönemin sofistleri toplumdan dışlanmışlardı.
İnsan ve toplum konusunda tümüyle bireyci “individüalist” olan sofistler ve onların ilk sözcüsü Protagoras, felsefeleriyle bilime darbe indirmiş oldular. Ancak, Sokrates felsefe konularından biri olan insanı ilk defa ciddi bir şekilde felsefenin gündemine alarak felsefe tarihinde kendisine önemli bir yer edindi. O, insan konusunda sofistlere iyi bir yanıt verdi.
II-               SOKRATES VE SOKRATESCİLER
          Felsefe tarihini “Sokrates’ten Öncekiler” (Présocratique) ve “Sokrates’ten Sonrakiler” (Postsocratique) şeklinde iki büyük döneme ayıracak kadar önemli bir filozof olan Sokrates, yaşamında hiçbir eser yazmadı. Ancak onun felsefesini öğrencilerinden Xenophon ve Platon’unun eserlerinden öğrenebiliyoruz.
         Asker kökenli Xenophon, Sokrates’in son günlerini  “Şölen ve Sokrates’in Savunması” adlı eserinde anlatmaktadır. Platon ise; Sokrates’in yargılanmasını “Sokrates’in Savunması” (Apologie) adlı eserinde,  Sokrates’in cezaevindeki son günlerini Kriton’ da anlatmaktadır. Sokrates’in yöntemini ve felsefesini Laches, Euthyphron ve Şölen’de yazan Platon, Phédon’ da Sokrates’in ruhun ölümlü olmadığı konusunu anlatmaktadır.
         Sokrates konusunda diğer kaynak eserler; trajedi yazarı Aristophanes’in Sokrates’i alaylı bir şekilde betimlediği “Bulutlar” ile Aristoteles’in ve Diogenes Laertius’un eserleridir.
         Sokrates, Atina’dan uzak olmayan Alopeke kasabasında 469 yılında doğdu. O dönemin geleneksel eğitim ve öğretimini almış olduğu düşünülen Sokrates, gençliğinin ilk yıllarını vasat bir heykeltıraş olan babasının atölyesinde geçirdi.
         Arkadaşı Kriton, Sokrates’i bir gün Anaxagoras’ın derslerine götürdü. Anaxagoras’ın Nus öğretisine hayran kalan Sokrates, Anaxagoras’ın sürgün oluşundan sonra fizikçi Arkeolas’ın derslerini izledi. Ancak, Sokrates almış olduğu matematik, fizik ve doğa bilimlerinden aradığını pek bulamadı. Çünkü Sokrates, o dönemlerde bu bilimlerle değişmeyen bir gerçeğe ulaşmanın olanaksızlığını gördü.
         Sokrates için doğanın sessizliği ve dilsizliğin oluşu veya onun altta veya üste oluşunun hiçbir önemi yoktu. O’nun için önemli olan kendi “Beni”dir.
         Sokrates’i ilgilendiren “Ben neyim, ben kimim? Benim doğadaki yerim nedir ve neresidir? Bu dünyada var olmaktan doğan görevlerimi en iyi şekilde nasıl yapabilirim?” gibi sorulardır. Bu soruları kendine soran Sokrates hakkında felsefeyi “gökyüzünden yeryüzüne indiren insan” şeklinde tanımını yapan Ciceron yerinde bir anlatım kullandı. Çünkü Sokrates için “Doğa her ne ise ve her nasılsa yine öyledir. Bana gelince; ben ‘Ben’im. Ancak, yerin ve gökyüzünün ne olduklarını düşünmek ve öğrenmek çok ilginçtir, çok yararlıdır. Ama ben bir gökyüzü, bir toprak parçası, doğanın bir parçası değilim. Ben boşluktaki  alemlerden, varlıklardan tamamıyla farklıyım!... Ben; kendine özgü nitelikleri bulunan bir küçük âlemim, mikro kozmosum,  evren ise makro kozmostur, büyük âlemdir”
         Sofistler gibi doğayı anlamayı bir tarafa bırakmasıyla kozmolojik filozoflarından ayrılan Sokrates, insan sorununu incelemesiyle en azından sofistlerle benzerlik gösteriyor. Sokrates insanların gerçek sorumluluklarının bu dünyadaki yaşamlarının daha akıllıca ve daha iyi bir şekilde nasıl yaşamalarını düşünmek ve araştırmakta görmektedir. Bunun içindir ki, Sokrates gençlerin akıllarını ve ruhlarını harekete geçirmek istemektedir. Sokrates’e göre insan felsefe için bir araç, yeryüzünde bir yer işgal eden bir varlık veya bir nesne olamamalı, insan felsefenin gerçek konusu olmalıdır. Felsefe için felsefe değil insan için felsefe olmalıdır. Felsefe insanın emrinde ve hizmetinde oldukça felsefe felsefedir ve önemlidir.
         Bu düşüncelerin sahibi Sokrates’in o dönemin Atina’sındaki kültürel ve sosyal ortamındaki yeri nedir? Platon’unu eserlerine göre kafasına koyduğunu kesinlikle yapan Sokrates’in dostu Khairephon, bir gün Delphoi mabedine gider. O,  Atina’da Sokrates’ten daha akıllı birinin olup olmadığını tanrılardan öğrenmek ister. Tanrı sözcüsü Kâhine kadın o yörede Sokrates’ten daha akıllı birinin olmadığını Khairephon’a bildirir. Bu yanıtı duyan Sokrates tanrının bu yanıtıyla neyi anlattığını anlamaya çalışır. Çünkü Sokrates kendini tanıdığı gibi, çok akıllı olmadığını da iyi bilmektedir.  Ama tanrı da yalan konuşmaz, üstelik yalan tanrının özüyle uzlaşamaz.
         Tanrının bu yanıtı üzerinde çok düşünen Sokrates bunu araştırmak için babasının atölyesinden ayrılır ve bir daha geri dönmez.
         O, önce bilgeliğiyle nam salmış kişilere, devlet adamlarına, edebiyatçılara ve sanatkârlara giderek tanrının yanıtının doğruluğunu araştırır. Sokrates bu kişilerin eksikliklerini fark ederek şu sonuca varır: Bunlar kimilerine bilgili görünseler de onlar esasında çok bilgili değillerdir. “Doğrusu ben onlardan üstünüm, çünkü onlar neleri bildiklerini, neler ise bilmediklerini bilmiyorlar; bilmedikleri şeyleri bildiklerini, bildikleri şeyler ise bilmediklerini sanıyorlar. Oysa ben, bildiğim bir şey varsa o da hiçbir şey bilmediğimi iyi biliyorum. Bu durumda ben onlardan daha akıllıyım”.
         Yukarıda anlatılan anekdotla Sokrates insan bilgisinin sınırlı olduğunu anlatmak istemektedir. O, belki de bununla “ey insanlar aranızda en bilge olan kişi, Sokrates gibi gerçek bilginin gerçekten bilinemeyeceğini bileninizdir” demek istiyor.
         Sokrates bu felsefesiyle herkesi kendi yaşamlarını sorgulamaya davet ediyor ve özelikle gençlere iyiyi, güzeli ve doğruyu buldurmaya çalıştı. Üstelik kendisine felsefe yapması yasaklandığında yurttaş olsun yabancı olsun bilge sandığı kimi bulursa at sineği gibi rahatsız ediyor konuşup sorular soruyordu. Sokrates, onların bilge olmadıklarını anlayınca tanrının yanıtına hak vererek bilge olmadıklarını kendilerine söylüyordu.
         Platon’a göre bu işler Sokrates’in o kadar zamanını alıyordu ki ne kendi işleriyle, ne de devletin işleriyle ilgilenecek bir zaman bulamıyordu. Bu işlerle o kadar yoğundu ki tanrıya hizmet etmek düşüncesiyle fakir kalmıştı.
         Zamanın birtakım gençleri kendiliklerinden Sokrates’in etrafında toplanıp Sokrates’in kendilerini bilgiç sananlara soru sormalarını dinliyor ve sanki onların sorguya çekilmelerinden mutlu oluyorlardı. Bununla da yetinmeyen gençler Sokrates gibi başkalarını sorguya çekiyorlar, az bilgiliyi bazen de bilgisiz oldukları halde kendilerini bilgili sananları buluyor ve onları köşeye sıkıştırmaya çalışıyorlardı. Onlar da “ah! Bu alçak Sokrates gençleri baştan çıkarıyor” diye hayıflanıyorlardı.
         Sokrates’in mahkemeye verilmesinin bir başka sebebi Sokrates’in Atina tanrılarına inanmayışı gösterilmektedir. Bu düşüncesini açıkça Sokrates dile getirmese de konuşmaları dikkatle izlendiğinde böyle bir yargıya varılabileceğini iddia ediyorlardı.
         Esasında ölümden sonraki dünyaya inanan ve ruhun ölümsüzlüğünü kabul eden Sokrates dindar bir kişiydi. Ne var ki onun tanrı anlayışı Atinalıların tanrı anlayışından farklıydı.
         Her insanda olduğu gibi Sokrates de kimi defa kötümserliğe düşüp ümitsiz olabiliyordu. Bu durumlarda onun için yaşamın ve var olanların pek fazla anlamı olmuyor, her şey ona saçma ve anlamsız geliyordu. İşte bu durumlarda kimine göre Sokrates’in vicdanı olan ve ona  “Daimonion” adını verdiği bir güç Sokrates’i bu bunalımdan kurtarıyordu. Oysa Atinalılar bunu yeni bir tanrı olarak algılayarak gençlere dinsizlik aşılıyor diye Sokrates’i suçluyorlardı.
         Halk mahkemesi tarafından ölüme mahkûm edilen Sokrates cezaevinden öğrencileri tarafından kaçırılmak istendiğinde korkmadan sergilemiş olduğu tutum ve davranış tüm insanlık için bir erdem dersidir. “Attika’nın dışında ölünmeyen bir yer biliyor musunuz” şeklinde öğrencilerine soran Sokrates konuşmasına şöyle devem ediyor: “Ben altmış yıllık ömrümü Atina’da geçirdim ve bütün hayatım boyunca da Atina’nın kanunlarından yararlandım. Eğer bu kanunları beğenmeseydim ve istemeseydim Atina’yı bırakıp gidebilirdim. Böyle bir şey yapmadım. Şimdi bu kanunların aleyhime döndüğü bir sırada, bana karşı haksız da olsalar, kaçmaya kalkarsam kendi kendimle olan uyum ve düzeni bozar, “eudaimonia”mı kaybederim. Atina’da yaşamakla, Atina kanunlarından her vakit boyun eğmeye söz vermiş bulunuyorum. Eğer şimdi, bu kanunların benim hakkımda vermiş oldukları hükmü yerine getirmesem verdiğim sözü tutmamış olurum. Bundan başka, Atina’dan kaçtıktan sonra, hangi memlekete gidersem gideyim, o memleketin insanları tarafından hoş karşılanmam. Çünkü
Atina’nın kanunlarını bir defa bozmuş olacağımdan, bu insanlar, bir gün de kendi kanunlarını bozacağımı düşüneceklerdir.”
         Felsefesiyle yaşamının uyumlu oluşu sonucunda korkmadan ölüme giden Sokrates: “Benim bir tesellim daha var, o da ölümü tıpkı benimkine benzeyen Palamedes’in hatırası! Bu gün bile onun için, kendisini haksız yere öldüren Odysseus’tan daha güzel şarkılar söylenmektedir” şeklinde düşüncesini anlatırken kendisi için de gelecek nesillerin onu idam edecek olanlardan daha güzel şarkılar söyleyeceklerini sezinlemişti. Sokrates, halk meclisinin kararı gereği 399 yılında idam mahkûm oldu. Ölümü baldıran otundan yapılmış zehir içirilerek gerçekleştirildi.
         Sokrates, her şeyden önce dünyayı düzenleyen bir Akıl’ın varlığını kabul ediyor. Bu Akıl’ın sırrına ulaşmak Sokrates’e göre olası değildir. Sokrates’e göre evreni yöneten bu Yüce Akıl’ın bir sureti insanda var olduğundan insan doğayı değil kendini incelemelidir. Bir başka anlatımla, akıla sahip olmakla diğer varlıklardan üstün olan insan, gerçeği kendi içinde saklar. İnsan ruhunu evrensel Akıl’ın bir parçası olarak gören Sokrates, tüm felsefesini bir sözcükle özetler: “insan ruhu sonunda evrensel Akıl’a katılır.”
         Delf tapınağının alınlığında yazılı “kendi kendini bil” sözcüğünü Sokrates kendine düstur edinir. İnsanın kendisini bilmesi için ruhunun akıl yönünden tanrıya benzediğini bilmelidir. Bundan dolayı insan doğayı değil de, kendini tanımaya çalışmalıdır.
         Sofistler de insanı basit bir deneyimle çözerek tanımaya çalıştılar. Aristoteles’e göre, Sokrates basit bir deneyim düzeyinde insanı tanımaya çalışmayıp rasyonalist bir şekilde bir nesneden hareketle tümevarım yöntemiyle o nesnenin genel kavramlarına ulaşmayı amaçlıyor.
         Ruhların güzelleştirilmesi, bilgelik ve gerçeklik gibi köklü sorunlar varken, ikinci derecede önemli olan servet, ünlü olmak gibi sorunlarla insanların uğraşmalarına Sokrates akıl erdiremiyor. Sokrates’e göre o insanlar ruhların eğitilmesini rastlantıya bırakılamayacağını bilmiyorlar. Oysa herkes iyi biliyor ki, iyi bir ayakkabıcı, iyi bir doktor veya iyi bir yönetici olmak için önemli bir çıraklık dönemini yaşamak gerekir. Durum böyle olduğu halde, sanatların en zoru ve en önemlisi olan iyi yaşama, kendisini ve başkasını iyi yönetme için çıraklık dönemi hiç önemsenmiyor.
         Sokrates insanların bu eksikliğini tamamlamak için, çevresinde toplanmış gençlere, esasında onların kendi iç dünyalarında bulunan gerçeklere ulaşmalarına rehberlik yapmaktadır. Bu rehberliği yaparken genellikle diyalog (insanların karşılıklı konuşmaları) yöntemini uygulamaktadır. Platon’unun eserlerinde de iyi bir şekilde kullanıldığını gördüğümüz diyalog yönteminde Sokrates; önce kendisi hiçbir şey bilmiyormuş gibi (ironi) davranarak karşısındakine ustaca sorular sorar. Daha sonra tüm insanlarda bulunan aklın karşılaştırma, benzerleri ayırma, toplama ve çıkarma (aksiyom ve postulatlar) özelliklerinden yararlanarak karşısındakilerden mantıklı yanıtlar alır. Bir başka anlatımla Sokrates karşısındaki insanların düşünce üretmelerine (doğurmalarına) yardımcı oluyor (mayötik). Bu diyalog yöntemiyle Sokrates tek nesnel adlardan genel kavramlara ulaşır ki bu yönteme ironi-mayötik yöntemi denilmektedir.
         Sokrates’e göre, insan için gerçek kurtuluş; iyiliği ve gerçeği kendi bünyesinde barındıran ruhun bu dünyada ki kazanımlarında arınıp eski saflığına kavuşmasıyla olur. Esasında iyinin ve gerçeğin bilgisi her insanda doğuştan vardır. Anacak yaşayan insanlarda, zamanla ruhun bu özellikleri unutuluyor veya Sokrates’in anlatımıyla üstü külleniyor. Sokrates’in tüm amacı bu küllerinin kaldırılmasında insanlara, özellikle de gençlere yardımcı olmaktır.
         İnsan şartlarından ve doğanın etkinliğinden soyutlanan ruhun eylemlerinin diğer bir adı erdemdir. Erdemin de temeli; iyi ve gerçeği bilmektir. Sokrates’e göre bilgilikten farklı olmayan tüm erdemler; başkalarına da öğretilebilen bilgeliğe indirgenebilir.
         Bilmek erdemdir. Erdem ise faydalı olanları bilmektir. Sağlık, güzellik, zenginlik gibi şeyler kullanılması bilindiğinde yararlı, bilinmese zararlı olan şeylerdir. İtidal, adalet ve esaret gibi şeylerse akıllıca kullanıldığında yararlı olup erdem adını alırlar. Bunlar kötüye kullanılırsa erdem adını alamazlar. Acımak, adalet ve cesaret gibi duyguların her biri Sokrates’e göre bilginin bir türü olup bunlara sahip olana bilgelik sıfatı verilebilir. Erdem; başkalarına öğretilebilen ve tüm bilgilerin iyinin bilgisine indirgenmesidir. Yalnız bir erdem vardır, bu da bilgeliktir. Diğer erdemler diğer bilgeliğin değişik görünümleridir. Bilgelik ise; ruhun bedene egemen olmasıdır, buna da itidal veya kendine egemen olmak demektir. Sokrates’e göre itidal insana özgürlük verdiği için son derece önemlidir. Özgürlük; bir şeyi çok iyi tanımak ve daha sonra onu gerçekleştirmek olduğundan özgürlük bilgelikten başka bir şey değildir. Bedensel isteklerine kendilerini kaptıranlar iyiyi kötüden, zararlıyı faydalıdan ayıramayan ve sonuçta özgür olamayan köle ruhlu kişilerdir.
         Bilgelik; yalnız ruhun bedene egemen olması değil, aynı şekilde kendisine konulan nesnel engelleri aşmasıdır. İşte bilgeliğin bu yönüne cesaret adı verilir. Ancak cesaret; tehlikeye gözü kapalı atlamadan bilgelikle onu savuşturmaktır. Korkaklık ise; insanın bilmediği ve tanımadığı şeylerden doğal olarak korkan insanın bilgisizliği ve o konudaki cahilliğidir. Korkaklığın karşıtı olan cesaret iyiyle kötüyü birbirinden ayırabilme erdemidir.
         Sokrates’e göre, iyiyi gerçekleştirmek için iyiyi tanımak yeterlidir. İnsan akıllıca yaşarsa yönelmiş olduğu iyiye ulaşır, arınmış hayata kavuşur ve mutlu olur. Tüm insanlar mutlu olmayı istediklerinden herkes iyiyi arar. Biri bir kötülük yapıyorsa, o iyiyle kötünün nerede olduğunu bilmediğinden yapıyordur. Hiç kimse bilerek kötülük yapmaz. Kötülük yapan insan cehaletin kurbanıdır. Mutlulukla özdeş olan iyilik yararlı olduğundan aynı zamanda adalettir. Adil olan insan mutlu, adil olmayan mutlu değildir. İyi eylem bilgiyle eşdeğerdir ve erdemli insan bilgili insandır. Bilgili insan da sonu acıya dönüşmeyen zevklere yönelir.
         İyiyi daima yararlı gören Sokrates iyiyi güzelle özdeşleştirir. İyi olan yararlıdır, yararlı olan güzeldir. İnsan iyiye ve güzele yöneldiği gibi kendisine yararlı olana da yönelir.
         İnsan mutluluğu iyi şeylerde bulur. Her konuda bizim için en yararlı olan en iyi olandır. Bunun içindir ki, Sokrates’in amaçlarından biri insanlara iyilik yapmanın kendi mutluluklarını hazırlamak olduğunu kendilerine göstermektir. Sokrates’e göre adil insan mutludur, mutlu insan da kendisiyle uyum içinde olan insandır. Kendisiyle uyum içinde olan insan da başka insanlarla ve dünya düzeniyle uyum içindedir.
         Yunan felsefesinde önemli bir yer işgal eden mutluluk (Eudaimonia) sorununu bu şekilde çözen Sokrates, iyi olan gerçeği kendi içimizde, kendi ruhumuzda olduğuna ikna etmeye çalışmaktadır.
         Doğru bildiğini söylemekten hiçbir zaman çekinmeyen, soylular kadar demokratları da eleştiren Sokrates öğrencilerini en çok mutluluk söylemiyle etkiledi. Nitekim Sokrates’in ölümünden hemen sonra değişik yörelere dağılmış olan öğrencileri mutluluk ve bilgi konusunda öğretmenleri Sokrates’ten öğrendiklerini kendi anlayışlarına göre yorumlayarak kendi ekollerini kurdular.
          III-SOKRATESCİLER
         Mutluluğu düşünceyle eylemin uyumunda arayan Sokrates’in çevresinde o dönemin Atina toplumunun değişik sosyal sınıflarından gençler vardı: Köle bir anneden doğmuş Antisthenes’in yanı başında soylu bir aileden Platon, daha sonra meslek olarak askerliği seçecek olan Xenophon gibilerini onunla birlikte görmek olağandı. Birlik ve beraberlik içinde, bunları öğretmenleri Sokrates’i felsefe konularında ders verirken merakla dinlerlerdi.
         Sokrates’in öldürülmesinden sonra Atina’ya uzak olmayan yörelere giden bu öğrencilerden kimileri gittikleri yerlerde kendi ekollerini kurdular.
         Platon örneğinde olduğu gibi felsefe tarihinde abideleşenler olduğu kadar, yalnız Sokrates’le ilgili anılarını sade bir dille yazan ve bunun dışında felsefe konusunda hiçbir eser veremeyen Xenophon gibi kişiler de vardı.
         İleride kendisinden uzunca bahsedilecek olan Platon’unun dışında diğerleri hakkında yeterli bilgiler olmadığından başka Sokratesciler ve ekolleri kısaca yazılacaktır.
         a-ELİS-ERETRİA EKOLÜ
         Sokrates’in öldürülme yılında yaşı bir hayli ilerlemiş Elisli Phedon, Sokrates’ten sonra memleketi Elis’e gidip orada bir ekol kurdu.
         Phedon öğrenimine, diğer sokratescilerde olduğu gibi, önce sofistlerin yanında başladı, ancak kendisini felsefe yönünden gerçekten etkileyen Sokrates’dı.
         İnsanın ne olduğunu ve onun bu dünyadaki yerinin neresi olduğunu anlamaya çalışarak işe başlayan Phedon insanın nasıl mutlu olabileceğini de bilmek istiyordu.
         Sokrates’in bir diğer öğrencisi Menedomos memleketi Eretria’da, benzer bir ekol kurduğundan ve benzer ananeyi devam ettirdiğinden bu ikisine Elis-Eretria adı veriliyor.
         b-MEGARA EKOLÜ
         Sokrates’in felsefesinden hareketle kurulan ikini küçük ekol Megara’da kuruldu. Euclides, öğretmeni Sokrates’in ölümünden sonra arkadaşlarıyla Atina’ya yakın, küçük bir yerleşim birimi Megara’da ekolünü kurdu.
         Euclides, Sokrates’in sorguladığı felsefe konularından varlık ve metafiziği sağlam bir zemine oturtmak için Elealı Parmenides’in varlık anlayışından yaralandı. Parmenides’e göre bilindiği gibi varlık “Bir”dir. Bir olan varlık da iyidir.
         Megara ekolünün öğrencilerinden Eubulides, Parmenides’in öğrencisi Zenon gibi diyalektiğe birçok katkıları oldu. Eubulides’e göre; “sen bir yalancıysan, yalan söylediğini de söylüyorsan sen hem yalan söylüyorsun hem de doğru söylüyorsun.” Çünkü yalancı olduğunu söyleyen kişi yalan söylediğinde doğru söylüyordur. Söylediği yalanın içinde yalan da var olduğuna göre, o kişi bu durumda hem yalanı, hem de doğruyu söylüyordur. Zaten Megara ekolünün son temsilcilerine bundan dolayı diyalektikçiler şeklinde de adlandırılıyorlar.
c-KYNİKLER EKOLÜ
Sokrates’in mutluluk ve bilgi kuramından yola çıkarak kendi felsefelerini tanımlayan Kynikler ekolü, Atinalı Antisthenes (444–368) tarafından Atina’da kuruldu.
Platon’dan bir hayli yaşlı olan Antisthenes önce sofist Gorgias’tan ders alarak sofizmin ve Elea ekolünün felsefelerini öğrendi. Daha sonra Sokrates’in derslerine Sokrates’in ölümüne kadar devam etti.
Sokrates’in ölümünden sonra Antisthenes, Atina’da Kynosarges adında bir jimnazyumda ekolün kurdu.
Felsefede Kelbiler (köpekler) olarak da bilinen Kynikler, bir söylentiye göre, adını Eski Yunancada köpek anlamına gelen “kyon” sözcüğünden türetilerek elde edilen Kynosarges jimnazyumunda ders vermelerinden, bir başka söylentiye göre de, kendilerinin köpekler gibi başkalarıyla ilgisiz yaşamayı sevmelerinden ileri geldiği söylenmektedir.
Adlarını nereden aldıkları o kadar önemli değildir, ancak her dönemde olduğu gibi, günümüze de taraftarları olan bir felsefe görüşün öncülüğünü yapmış olmaları önemlidir.
Antisthenes öğretmeni Sokrates gibi, insanın yaşamdaki amacını insanın mutluluğunda görmektedir. Mutlu olmak için de erdemli ve olmak gerekir. Erdemli ve bilgili insanlar; kendilerini iyi tanıyan, yaşamlarında mutlu olabilmek için, ne yapmak ve neden korkmak gerektiğini iyi bilenlerdir. Ayrıca bu düşüncede olan insanlar daima kendileriyle barışıktırlar. Bunlar ya oldukları gibi görünürler, ya da göründükleri gibi olurlar. Kendilerini iyi tanıdıklarından başkalarının kendileri hakkında söylediklerine çok önem vermezler. Kendi kendine uyum içinde olan, düşündüklerini yapan bu insanlar, başkalarının kendileri için yaptıkları haksızlıklara aldırmayan özgür insanlardır. Özgür insanlar şan, şeref ve zenginlik gibi geçici olan şeylere pek önem vermezler. Bu tür unvanlar insanlara oldukları gibi görünmelerini engelledikleri gibi, kendilerini kendilerine yabancılaştırırlar.
Antisthenes ve artçıları yalnız kendi mutluluklarını düşünüp, toplumla ve sosyal sorunlarla hiç ilgilenmezler. Özellikle son Kynikler özgürlükleri engeller düşüncesiyle evlenerek yuva kurmaya karşıdırlar. Kendilerini dünya vatandaşı olarak gören Kynikler tüm insanları birbirlerine kardeş olarak görürler.
Antisthenes’ten sonra bu ekolün özgün temsilcisi Sinoplu Diogenes’dır. Babasının veya bir tevatüre göre kendisinin yapmış olduğu bir yanlışlıktan dolayı doğum yeri olan Sinop’tan ayrılmak zorunda kalan Diogenes Atina’ya yerleşerek felsefeyle ilgilenir.
Diogenes’in yaşam biçeminde sofistlerin, özellikle de Antisthenes’in felsefesinin etkileri görülür.
Gerçeği, yalnız insanın yalnız iç dünyasında arayan Diogenes, kendi nefsini eğitmek ve reddedilmeye kendi nefsini alıştırmak için mermerden yapılmış heykellerden para dilendiği bilinmektedir. Diogenes, mutluluğu doğayla uyumlu olarak yalnız yaşamada aradı. Büyük İskender’in tüm yardım tekliflerini “gölge etme başka ihsan istemem” yanıtıyla geri çevirdi. Tüm yaşamını bir fıçı içinde geçirdiği anlatılan Diogenes, bir söylentiye göre yaşı bir hayli ilerlemişken nefesini tutarak ölüme gitti.
Giyimlerine pek önem vermeyen, kent kent dolaşarak vaiz verir gibi konuşmaktan hoşlanan Kyniklerin öncüsü Antisthenes, bilgi kuramı konusunda ilginç bir görüş ileri sürdü. Antisthenes’e göre her hangi bir nesne hakkındaki bilgi; algılanan o nesnenin en ufak parçasına kadar ayırmaktan ibarettir. Biz, bir nesneyi ne kadar en ufak parçasına kadar ayırabiliyorsak, o nesneyi o kadar biliyoruz demektir. Her şeyi en ufak parçasına kadar ayırmak olası olmadığından bir şey hakkında kesin bilgiye ulaşmak olası değildir. Antisthenes’e göre, bir şey hakkında yanılmamız, o şeyin karışık yapısından ve parçalarının iç içe geçmesinden kaynaklanmaktadır.
Antisthenes’in bilgi kuramında ileri sürmüş olduğu bu görüş Modern felsefenin kurucusu olarak kabul edilen XVII yüzyıl filozofu Descartes tarafından yeniden ele alınacak ve de bir hayli ilgi görecektir.
Kyniklerin felsefesi Helenistik ve Roma felsefelerinde tekrar canlanacak ve Stoalılar tarafından benimsenecek.
d-KYRENE EKOLÜ
Kyrene ekolünün kurucusu Aristippos (435–355) Kuzey Afrika’da Kyrene kentinde doğdu. Seyahati çok seven Aristippos diğer Sokrates’çiler gibi, önce sofistlerle dost oldu. Aristoteles, esasında Aristippos’u yalnız sofist olarak anar. Oysaki Sokrates’in şöhretini duyduğunda Aristippos Kyrene’den Atina’ya gelir.
Sokrates’in nasıl mutlu olunur sorusuna Aristippos “yaşamda olabildiğince alınan çok haz ve en az elemle olur” şeklinde yanıt verir. Aristippos’a göre, insanın mutlu olabilmesi aldığı zevke bağlıdır. Yaşamda ne kadar ne kadar fazla elemden kaçıp ne kadar fazla zevke koşarsak o kadar mutlu oluruz. Mutluluk, bu felsefede zevkçiliğe dönüştüğü için, Sokrates’in mutluluk (eudaimonia) anlayışından hareketle Aristippos, adeta zevkçiliğe (Hedonizm) vardı, ki bunun Sokrates’le artık hiçbir ilgisi yoktur. Nasıl zevk alınır sorusu üzerinde ısrarla duran Aristippos, felsefe tarihinde ilk hedonist filozof olarak anılır.
Nesnenin özüne ulaşmanın olanaksızlığını,  ancak nesneyi bize göründüğü şekliyle bileceğimizi ileri süren Aristippos, bilgi kuramının esas sorunun hangi şeylerden zevk alınıp, hangilerinden kaçınılması gerektiğini bilmek olduğunu söyler. Bu anlatıma göre, Aristippos’un anlattığı zevkler daha çok bedenseldir.
Kyrene ekolünün bir başka filozofu Hegesias, sonunda acıya dönüşmeyen hiçbir zevkin olmadığını düşünerek acı ve zevklerden uzak durmak gerektiğini söyler.
Konuşmalarıyla başkalarını etkilemeyi çok iyi bilen Hegesias’a birini ölüme ikna ettiği için, kendisine “kandıran” lakabı verildi. Hegesias, Sokrates’in mutluluk felsefesini zevkçiliğe dönüştüren Aristippos’un zevkçiliğini kötümserliğe dönüştürdüğünden felsefe tarihini en pesimist filozofudur.
Kyniklerin felsefeleriyle Stoalıları etkilemeleri gibi Kyreneliler de Epikürcüleri etkileyecekler ve felsefeleriyle onlara rehberlik edecekler.
Kyniklerle, Kyrenelilerin üzerinde durdukları ortak konu insan öğesidir.  Bir filozofun dışında zevke pek fazla önem vermeyen Kynikler insanların mutluluğunu insanın iç özgürlüğüne bağlarken, Kyreneliler mutluluğu elemden kaçmak ve zevke koşmakta buldular. Her iki ekolün sözcüleri son derece bireyci (individüalist) olup doğa ve toplumla hiç ilgilenmediler. Sokrates’in kendisi de aynı şekilde individüalist olup doğa ve topluma karşı ilgisizdi. Oysa Sokrates’in en şöhretli öğrencisi Platon, insan ve toplumla o derece ilgilenecek ki bu konulardaki felsefesiyle tarih boyunca bütün insanları etkileyecek.           
        
        
   
      
        
        

        

 
  
                      BÜYÜK SİSTEMLER DÖNEMİ

IV-PLATON (EFLATUN, 427–347)
Bir kaynağa göre, esas adı dedesi gibi Aristokles olan, ancak geniş omuzlu olduğundan Platon’a geniş omuzlu anlamına gelen “Platon” adını öğretmeninin verdiği söylenmektedir ve bu adıyla felsefede anılmaktadır. Platon 427 yılında Atina’da doğdu. Soylu bir aileden olan Platon’unun babası Perikles’in yakın dostu, annesi Solon’unun soyundan olduğu bilinmektedir.
Yunan kültürünün altın çağı döneminin sonlarına doğru gözlerini dünyaya açan Platon, o dönemin soyluların geleneklerine göre, ciddi bir eğitim görmüş; şiir ve müzikle ilgili derslerle birlikte, gelenekleri doğrultusunda Hommerus ve Pindal’ının kitaplarını okudu. Filozof Anaxagoras’ın hayranı Platon, Kratylos’tan Herakelitos’u öğrendi. O, Elea ekolünün felsefesini de inceledi. Fakat Platon’un yaşamında dönüm noktası yirmi yaşlarındayken kendisinden sekiz yıl ders dinlediği Sokrates’le tanışmasıyla oldu.
Platon’un çocukluk ve gençlik yılları Atina ile Isparta arasında cereyan eden ve otuz yıl süren Peleponnes savaşları döneminde geçti. Savaşların sonunda yenilen Atina kentinin yönetimine Ispartalılar tarafından halkın arasından seçilen demokratik insanlar işbaşına getirildi. Demokratların yapacaklarından çekinen soylu ailelere mensup kişiler Atina’dan ayrıldılar. Sokrates’in yaptığı gibi, soyluların yönetiminin eksikliklerini eleştirdiği gibi demokratları da eleştiren Platon Atina’dan ayrılıp Megara’ya dostu Euclides’in yanına gitmek zorunda kaldı. Sokrates’in ölüm sahnelerini görmemiş olan Platon, çok duygulu bir şekilde bu durumu eserlerinde dostlarının anlatmalarına göre yazdığı anlaşılmaktadır.
Askerlik görevini de tamamlamasından sonra Platon, Atina’ya döner ancak eski canlılığı bulamaz. Bu yıllardan itibaren (yaklaşık olarak 390) üç yıl sürecek bilimsel gezilerine başlar. Önce, Miken Uygarlığının ortaya çıktığı Girit adasına daha sonra Mısır’a gider. Orada Mısır din adamlarından Matematik ve Astronomi derslerini alır. Mısır Uygarlığının yetkinliğiyle büyülenmiş olan Platon,  bir müddet sonra Kuzey Afrika’nın o dönemlerdeki kültür merkezi Kyrene’ye gidip Matematikçi Thedoros’dan ders alarak matematik bilgisini ilerletir. O, daha sonra Güney İtalya’ya geçerek Fisagorcularla tanışır. Bir söylentiye göre, Philolaos adında bir Fisagorcu Pythagoras’ın gizli yazılarını Platon’a satar. Önceden Sokrates’ten dinlediği ruhun ölümlü olmadığı söylemini Pythagoras’ın ruh göçü inancıyla birleştirerek Platon kendi ruh felsefesini ortaya koyacaktır.
Güney İtalya’dan Sicilya’ya geçen Platon orada Syrakuza kent devletli yöneticisi I. Diyonisos’un yeğeni Dion ile dost olur. Ancak bu ikilinin dostluklarından kuşkulanan, özellikle Platon’unun devlet konusundaki felsefesinden korkan kral, Platon’un adadan ayrılmasına ve o dönemde Atina’yla savaş durumunda olan Aigine’de köle olarak satılmasına sebep oldu. Kyreneli Anikeris, Platon’u satın alarak kölelikten kurtardı.
Atina’ya dönen Platon borcunu ödemek üzere parasını denkleştirdi, ancak Anikeris parasını geri almadı. Bu parayla Platon, Atina surlarının dışında su kaynaklarının bol ve meyveli ağaçlarının bulunduğu bahçede, 387 yılında “Akademia”sini kurdu. Bu akademi; günümüzdeki üniversiteler gibi eğitim ve öğretim yapan, akademisyenleriyle, dershaneleri ve kütüphaneleriyle o yıllarda Yunanistan’ının ilk üniversitesi oldu. Ölümüne kadar bu akademide yöneticilik yapan Platon, geçici olarak yöneticiliği iki defa öğrencisi Eudox’a bırakarak “Adil Sitesi”ni gerçekleştirmek için, ilkini 367, ikincisini ise 361 yılında olmak üzere iki defa Syrakusa’ya geçti. Ancak her ikisinde de başarılı olamadı.
Eğitim ve öğretime M.S. 529 yılına kadar sahne olan bu akademiyi Platon 40 yıl yönetti. Başta Aristoteles, Eudoxe, Xenocrate ve yeğeni Speusippe gibi filozofları yetiştirmiş ve en son eseri “Yasaları” da yazmış olan Platon, kendi yerine akademinin yöneticiliğe yeğeni Speusippe’yi atadıktan sonra 347 yılında seksen yaşında iken yaşama veda etti.
a-Eserleri
Vakıf olarak kurulan akademi sayesinde Platon’unun tüm eserleri günümüze kadar ulaştı. Ancak Platon’un eserleri arasına zaman içinde kendisine ait olmayan eserler de karıştığı gibi,  eserlerinin ne zaman yazıldığı bilinmiyordu. Bütün bunların belirlenmesi için ciddi bir bilimsel çalışmaların yapılması gerekiyordu. Sahte çalışmaların ayıklanması, yazılış yıllarının bilinmesi ve felsefede geçirdiği evreleri belirleyebilmek için, o’nun yaşamındaki önemli sosyal değişmeler göz önünde tutularak bu sorunlar 19.yüzyılda özellikle Almanların çalışmalarıyla aşıldı.
Gençliğinde şiir ve edebiyatla uğraşan Platon, Sokrates’e öğrenci olduktan sonra şiir ve edebiyatı bir tarafa bırakıp tüm çalışmalarıyla felsefeye yönledi. “Yasalar” adlı eserinin dışında tüm çalışmaları diyaloglar şeklinde yazılıdır.  Sokrates’in yönettiği eserlerdeki tüm diyalogların sonunda kesin bir sonuca ulaşılmadığı anlaşılmaktadır. Bu da doğaldır, çünkü felsefede amaç kesin bir sonuca varmak değil, insanlara değişik alanlarda soru sordurmaktır. Elinizdeki çalışmada daha önce yazıldığı gibi, Sokrates’in felsefesinde geliştirdiği diyalog yöntemindeki temel amaç; insanlara bir konu hakkında bir doğruyu ezberletmek değil, o konuya değişik açılardan bakmasını ve sorgulamasını onlara öğretmektir.
Platon’unun geçirdiği felsefe evreleri göz önünde bulundurularak eserleri, genellikle dört gurupta incelenir.
Birinci gurupta bulunan eserlere Sokratik Diyaloglar adı verilmektedir. Platon’unun, eserlerinde öğretmeni Sokrates’in etkisi altında, diyalog yöntemini kullanarak gençliğinde yazdığı kitaplardır. Genellikle ahlak, erdem ve bilgi konularının işlendiği bu gurup çalışmalarda Platon, Sokrates’in yaptığı gibi kesin bir sonuç vermeyip, yorumu okuyucuya bırakmaktadır. “Sokrates’in Savunması” (Apologie), Kriton, cesaret üzerine yazılmış Lakhes, Kharmides, dindarlığının araştırıldığı Eutyphron, Devlet’in I. Kitabı, Küçük Hippias ve Protagoras gibi eserler bu dönemde yazıldı.
Geçiş dönemi adı verilen ikinci gurup diyaloglarında Platon, kısmen Sokrates’in etkisinden kurtulmuş ancak felsefede kendini tam geliştiremediği bir dönemde yazdığı eserlerdir. Bu çalışmalarında da Sokrates’in konuşma yöntemini kullanarak, yine kesin bir sonuç vermeden ideler kuramını, ruhun ölümsüzlüğü ve Devlet yönetimini sorgulamaktadır. Bu eserler sırasıyla; ideler kuramının incelendiği Menon, ruhun ölümsüzlüğün irdelendiği Gorgias, sevginin anlatıldığı Phaidros, Symposion gibi çalışmalardır. 
Üçüncü gurup çalışmalarında Platon, Sokrates’in etkisinden bütünüyle kurtulmuş, kendi felsefesini artık sergilemektedir. Felsefe yönünden artık kendine güvenen Platon, bu gurupta; sansüalizm ile ampirizmi karşılaştırarak ad vermeksizin Antisthenes ile Aristippos’u eleştirdiği ve Herakleitos ile Parmenides’in felsefelerini ciddi bir şekilde sorgulandığı ayrıca Elea ekolünün felsefesinin de tartışıldığı Theiatetos, Sofistler ve Devlet Adamı (Politicos) bu üçüncü gurubun esreleridir. Bu dönemde yazılan bir başka eser, ruhun ölümsüzlüğün anlatıldığı Phaidon’dur
Dördüncü gurup çalışmalarında Platon, yaşı gereği olarak mistisizmi daha fazla önemseyerek önce yazmış olduğu eserlerini yeniden değerlendirirken felsefesinde birkaç değişiklikler de yapıyor. Evrenini ortaya çıkışı konusu ilk eserlerinde söz konusu değilken bu son döneminde Timaios adlı eserinde, o dönemlerde Yunan felsefesinde geçerli olan tanrı-madde düalizmine karşı evrenin tanrının eseri olduğunu yazmaktadır. Timaios ile tamamlanmamış Kritias’da Platon, Aristoteles’e göre fisagorculuğun etkisinde kalmış. Platon, Diyalog yöntemiyle yazılmış olmasına karşın Sokrates’in diyaloglarda adı geçmeyen tek ve son eseri olan “Yasalar” (Nomoi) adlı kitabında ütopik devlet anlayışında ekonomik ve sosyal yönden yeni bir yaklaşım getirmektedir.
c- Platon’unun Felsefesi
Doğayı gözlemden daha çok düşünerek açıklamaya çaba gösteren kozmolojik dönemin filozofları, Sokrates’in de söylediği gibi, hiçbir zaman değişmeyen, her zaman kendisiyle özdeş olan bir gerçeğe ulaşamadılar. Sofistler de gerçeğin varlığından şüpheye düştüler.  Sokrates ise bir gerçeğin varlığından şüphe etmekle birlikte ona ancak ölümden sonra ulaşabileceğini söylemektedir.
Platon ise; hayata iken de kendisine ulaşılması mümkün, hiçbir zaman değişmeyen, her zaman kendisiyle özdeş kalan ve herkes için geçerli olan tek bir gerçek vardır.  
Herakleitos, Parmenides, Sofistler ve diğerlerini felsefelerini iyi bilen ancak uzun zaman Sokrates’in felsefesi etkisi altında kalan Platon, tüm çalışmalarında esasında birbirine bağlı üç temel sorunu incelemektedir. Bunlar da; ideler(kavramlar) kuramı, ruhun ölümsüzlüğü ve ütopik devlet anlayışıdır.
d- İdeler Kuramı ve Ontoloji
Her hangi bir nesne hakkında nasıl bilgi sahibi olunur sorusuna Sokrates’in öğrencisi Antisthenes, bir nesneyi ne kadar en küçük paracasına ayırabilirsek o nesneyi o kadar iyi biliriz şeklinde cevap vermektedir. Sokrates’e göre ise bilmek anımsamaktan ibarettir.
Ölümsüz olan ruh ölümlü bedenle buluştuğunda ruh önceden bildiklerini unutur. Ancak ruh, dünyadaki nesnelerle karşılaştıkça o nesne hakkında kavramlar dünyasından kendisiyle beraber getirdiği bilgileri hatırlar. Sokrates, bilgi için nesnenin kendisinden hareket etmez tam tersine nesne hakkındaki bilgisini hatırlamak için ona yönelir. Fakat hiçbir zaman o nesnenin gerçeğine varamaz. O, ancak ruhunun bedeninden ayrılmasından sonra o nesnenin geçeğine ulaşabilir. Platon’a göre ise; insan ruhu ölümlü olan bedenin isteklerine boyun eğmeyip onun gereksinimlerini en aza indirip ölümsüz olan ruhu dolayısıyla akılı ve mantığı izlerse insan ölümünden önce de nesne hakkında ruhla benzer özellik taşıyan gerçeğe ulaşabilir.   Sokrates’in etkisinde olan Platon, Fisagorcuların ruh hakkındaki bilgilerinden de yararlanarak kendi ruh felsefesini kurar.
 Platon’a göre de bilmek hatırlamaktır. Kavramlar dünyasını ilk defa “Menon” adlı kitabında açıklayan Platon, hiç matematik eğitimini almamış olan bir köleye bu gün için artık bilinmeyen bir geometri teoremini, Euclides’in aksiyom ve postulat mantığını kullanarak çözdürür. Aksiyom;  birbirine eşit olan iki bütünden aynı büyüklükte birer parça çıkarılırsa veya eklenirse ortaya çıkan bütünlerde büyüklük ve eşitlik yönünden bir değişmenin olmayacağı savı üzerine kurulu olan ve bir şeyin açık ve net olan doğruluğunu akılın doğrudan kabul eden mantığa dayalıdır. Postulat ise ispatı gerekli, ancak olası olmadığından aklın doğru olarak kabul ettiği veya iki nokta arasında en kısa mesafe bir doğrudur örneğinde olan mantıktır. Bu yöntemle, bir konuda bilgi sahibi olmayan birine rehberlik yapılırsa, bir başka anlatımla bildiklerini hatırlatmak için kendisine yardım edilirse Platon’a göre o kişi nesne hakkında bilgi sahibi olur. Platon, bu durumu Sokrates’te olduğu gibi ruhun ölümsüz olduğunu ileri sürerek açıklamaya çalışmaktadır. Platon ruhun, bedenle buluşmasından önce ruhlar dünyasında var olduğunu ve her şeyin gerçek bilgisine sahip olduğunu söylemektedir. Ancak her şeyi bilen ruh, bedenle birleştiğinde her şeyi unutur. Beden sanki ruhun tüm bilgilerini bir tülle örterek onları unutturur. İlhamı Sokrates’in felsefesinden alınmış olan ideler kuramı, esasında tümüyle Platon’a özgüdür. Bilgiyi bir anımsama olarak gören Platon bir eserinde: “göklerdeki tümseklerin en yükseğinde kanatlarıyla uçan ruh, göğün ilerisinde ‘kutsal çayırlık’ta iyiliklerin özlerini görür ve bu temaşanın tadını çıkarır. Eşya âlemine gelmiş olan ruh, önceden seyretmiş olduğu bu olgunluğu hatırladığını” yazmaktadır. Ruhun önceden seyretmiş olduğu evrenin gerçekten var olduğuna inan Platon, buna ideler evreni, ruhla bedenin buluştuğu ikinci evrene ise gölgeler evreni veya eşya evreni adını vermektedir.
İdeler evreninde var olan tüm kavramlar soyut, bir, yetkin, değişmeyen, her zaman kendisiyle özdeş kalan, hiçbir zaman doğmamış ve hiçbir zaman yok olmayacak özelliklerine sahiptir. Buna karşılık eşya evreninde var olan nesneler somut, çokluk, eksiklik, sürekli değişme ve sonlu-sınırlı olma özelliklerini taşırlar. Örnek olarak; at kavramın kendisi soyuttur. At kavram olarak her insanın bilincinde bir tane olup yetkinliği sayesinde eşya evrenindeki tüm atlara uygulanır. Kavramların kendileri hiçbir zaman değişken olmadıkları gibi, sonlu ve sınırlı da değillerdir. At kavramının kendisi bu özellikleri her zaman taşırken nesnel olan atların hiç biri bu özelliklere sahip değillerdir. Tüm atlar değişken oldukları gibi ölümlüdürler de.
Platon’unun felsefesinde iki evrenin arasında, içinde ruhların yaşadığı sanki üçüncü bir ruhlar dünyası yine var. Buradaki ölümsüz ve bedensiz ruhlar, kavramlar evrenindeki, nesnelere karşılık olan kavramların oluşturduğu üçgen şeklinin en üst noktasında bulunan iyinin ve güzelin kendisi olan tanrıyı ve diğer kavramları temaşa ederek onları öğrenirler. Gerçek öğrenme ruhlar dünyasında kavramlar (tümeller) bilgisiyle olur.
Ölümsüz ruh, ölümlü bedenle buluşunca hayat başlar, ancak tüm kavramlar bilgisini beden unuttur. Başka bir anlatımla Platon’a göre at kavramını unutmuş olan insan nesnel bir at gördüğünde onun at olduğunu bilemez. Onun at olduğunu ona birilerin hatırlatması gerekir.
Beden cezaevi içinde kapatılmış olan bir insan ruhunun en büyük özlemi (Eros) bir an önce bedenden kurtulup kavramlar bilgisine kavuşmak, daha doğrusu gerçeğe ulaşmaktır. Sokrates’in felsefesinde insan, ölümünden önce gerçeğe ulaşamazken Platon’unun felsefesinde ölümünden önce insan gerçeğe ulaşabilir. Platon’unun Sokrates’in felsefesinden ayrıldığı nadir noktalardan biri de bu görüştür.
Hiçbir zaman değişmeyen, her zaman kendisiyle özdeş ve bir olan gerçeğe insanın ulaşabilmesi için, ruhun (intiharla asla) bedenin verdiği ağırlıkları hafifletmesi gerekir. Bu da matematik ve diyalektik sayesinde olur. Platon’a göre, bu disiplinler sayesinde insan ölmeden önce gerçeğe ulaşır.
Platon, “Devlet” adlı eserinde “Mağara Benzetmesi”yle iki evren anlayışın açıklar. Nesneler evrenindeki insanları mağaraya kapatılmış,  ancak iç duvarı görebilecekleri şeklinde ayaklarından zincire vurulmuş hükümlülere benzeten Platon, mağaranın dışında kavram olarak düşünülen var olanların gölgeleri mağaranın iç duvarlarına düşecek şekilde tasarlamaktadır. Üzerinde birçok insanların ve arabaların gezindiği yine kavram olarak düşünülen bir yol, yol üzerindeki ve tüm var olanların gölgelerin güneş sayesinde iç duvara yansıdığını düşlüyor. Zincirlere vurulmuş insanlar ancak duvardaki gölgeleri görüyorlar ve onların gerçek olduklarını sanıyorlar. Onlar bunların gölge olduklarını hiçbir zaman bilemeyeceklerdir.
Onlardan biri zincirden kurtulup mağaranın dışına çıkacak olsa; önce güneşin parlaklığından gözleri kamaşarak hiçbir şeyi göremeyecektir. Güneşin parlaklığına alışacak olan insan, yavaş yavaş her şeyi net olarak görmeye başlayacaktır. Mağaranın dışında her şeyin esasını görmüş olan insan tekrar mağaraya döndüğünde arkadaşlarına gördüklerinin gerçek olmadıklarını, onların birer gölge olduklarını söylerse onlar buna itiraz ederler, belki de onu öldürürler.
Platon, zincirden kurtulanın dışarıda gördüklerini kavramlar evrenine, zincire vurulmuş olanların gölge olarak gördüklerini nesneler evrenine karşılaştırmaktadır. Platon’a göre bu iki evren birbirlerinden farklı özelliklere sahip olup gerçekten vardırlar. Nesneler evreni; doğan, ölen, hiçbir zaman kendi idealinin olgunluğuna ulaşamayan ve belirsiz bir şekilde varlıkla yokluk arasında gidip gelen birçokluk evrenidir. Bu evrende çokluk, hareket, değişme vardır. Buradaki her şey zaman ve mekâna bağlı olduklarından yok olmaları söz konusudur. Çok değişken olduklarından bunlar hakkında gerçek bilgi elde etmek olası değildir. Eğer bir şey sürekli değişiyorsa o şey hakkında hiçbir zaman gerçek bilgiye değil, ancak bir sanıya ulaşılabilir.  Platon’unun kavramlar evreni dediği evren nesneler veya duyular dünyasında tamamıyla ayrıdır. Yetkin, bir ve sürekli olan kavramalar her şeyin üzerinde olup gerçek evrenin içindedirler. Gerçek evrenin maddesel olduğunu düşünmek yanlıştır. Platon, zincirden kurtulup dışarıya çıkmış olanların görmüş olduğu gerçek evrenin görülebilir ve elle tutulabildiklerini düşünenlerle alay eder. Platon, onlar için, görülmeyen evreni göremeyen körler sıfatını kullanır. Gerçek körler beden gözüyle göremeyenler değil, ruhun gözüyle göremeyenlerdir. Ruhun gözü bedenin gözünden bin defa daha değerlidir. Gerçek nesnel olmadığı gibi, kendisi görülür ve dokunulur bir şey değildir. İnsanlar ruh gözüyle, daha doğrusu akılla daima kendisiyle özdeş kalan şeyleri bilebilir. Gerçek bilgi de kavram hakkındaki bilgidir. Çünkü o, hiçbir zaman değişmeyen, her zaman kendisiyle özdeş kalan şeydir. Kavramlar Platon’a göre sonsuz özler evreninde bulunmaktadır. Onlar saf ışığın sinesinden fışkıran mutlu, sakin, sade ve yetkin görünüşlerdir. Gerçek bilim kavramlar hakkındaki bilgilerle yapılır. Çünkü kavramlar her zaman kendileriyle aynı kalıp hiçbir zaman değişmezler. Dolayısıyla onlar hakkında gerçek bilgiye ulaşmak söz konusudur.  Bu bilgiye ancak filozoflar ulaşabilir.
Ayrıca kavramlar gölgeler evrenindeki nesnelerin gerçek sebebidir. Gölgeler evrenindeki her şey var olmalarını kavramlar evrenindeki var olan kavramlarına borçludurlar. Bir, soyut, yetkin ve ölümsüz olan bu kavramlar Platon’unun Demiurg adını verdiği bir güç aracılığıyla sürekli olarak nesneler evrenindeki nesnelere katılırlar. Kavramların kendileri yetkin oldukları halde, gölgeleri olan nesne bütün değişmelerine karşın hiçbir zaman kavramlarının yetkinliğine ulaşamazlar. Nesne her zaman kavramına göre eksik kalır. Eksik olan bir şey hakkında hiçbir zaman kesin bilgi ede edilemez. Ancak nesneler evrenindeki nesnelerin kavramlar evreninde tümel kavram olarak bir karşılığı kesinlikle vardır. Kavramlar evreninin doruk noktasında iyilik ve güzellik kavramı vardır ki, bu da tanrıya karşılıktır. Platon’unun tanrısı iyiliğin ve güzelliğin kaynağıdır. Her şeyin iyiliğini ve güzelliğini isteyen tanrı hiç kötülük istemez ve yapmaz.
Felsefenin önemli sorunlarından olan evrenin yaradılış konusunda kavramlar evrenini gerçekten var olduğunu kabul eden Platon evrenin yaratıldığını düşünmektedir.  Platon’a göre evren “gözle görülür, elle tutulur durumdadır. Böyle olan şeyler de, doğuşa mahkûmdur. Doğan her şey bir sebep yüzünden doğduğuna göre elbette evrenin de bir sebebi vardır. Yalnız evreni yaratanı bilmek kolay değildir; herkese tanıtmak ise imkânsızdır.” Platon, Timaios adlı eserinde evrenin tanrı tarafından yaratılmış olduğunu yazmakla birlikte aynı eserin başka bir yerinde, dünyanın şekil kazanmasından önce, evrensel madde düzensiz bir hareket içinde bulunduğunu, çünkü evrensel maddenin içerdiği ilk cisimlerin her yanıyla kıpırdayış halinde olduğunu, şeyleri düzensizlikten çekip çıkaranın ve onlara mümkün olan en çok olgunluğu verenin tanrı olduğunu da söylemektedir. Fakat o tanrıyla özdeş kabul ettiği iyinin tanımlanamadığını da yazmaktadır. İyi, en iyi olanların, bilimin, özün, varlık ve gerçeğin evrensel sebebidir. Salt sebep, yarattığı her şeyin, bilimin ve bütün gerçeğin üstündedir. Bir başka anlatımla tanrının yüceliğini ve iyiyi Platon, bir benzetmeyle anlatmaya çalışır: Güneş, nasıl ki nesneler evreninde görme olayının sebebi olup her şey onunla biliniyorsa, benzer şekilde iyi, kavramlar evreninde bilimin sebebidir. Çünkü iyi, saf ışıkta ve ancak akılla temaşa edilebilir. Platon’a göre gerçeğin ve aklın kaynağı iyidir. İnsan, mutlak kaynağa kadar çıkmaya çalışmalıdır. Mutlak sebep de düşüncenin ötesinde sonsuzca parlayan iyi’dir. O, düşüncenin kendisini yarattığı gibi tüm varlıkları ışığın ışınlarıyla üretir. Tüm akılın ötesinde iyi’yi temaşa etmek Platon’a göre felsefenin (bilimin) amacıdır. Çünkü temaşa iyi’ye ulaşabildiği oranda insan salt varlığa yaklaşabilir ve eksilmez bir duygu içindeki mutlulukta onunla birleşebilir. Mutlak varlık dayanılamaz bir aydınlık içinde kendini gösterdiğinden şüphesiz zor bir durum olsa gerek. Nasıl ki, bedensel göz güneşe bakamıyorsa, aynı şekilde ruhun gözü olan akıl onun parlaklığına dayanamaz. Fakat tüm bunlara karşın insan, duyular evreninde bulunan nesnelerden kurtulup kavramdan kavrama yükselerek iyi kavramına çıkabilmek için, kavramlar evrenine yönelmek zorundadır ki, bunu da ancak filozoflar yapabilirler. Diğerleri ise mağaraya kapatılmış tutuklular gibidir. İnsan, uzun ve sıkıntılı çalışmalardan sonra, daha açık olarak insanı bu dünyaya bağlayan zincirlerden felsefeyle (diyalektik ve matematik) kurtularak iyi’nin aydınlığında kendisinden geçinceye kadar kavramlar evrenine yükselebilir.
Platon, ülkenin yönetiminde söz sahibi olmak isteyen gençlere, çocukluk çağından itibaren matematikle, 20–30 yaş gurubunda da matematikle beraber felsefeyle uğraşmalarını istemektedir. Çünkü matematiğin bir kolu olan geometri şekillerle uğraştığından, matematik duyular evreninden tümüyle kurtulabilmiş değildir. Ayrıca, matematik birkaç ilkeyi önceden doğru kabul ettiğinden matematikle iyi’ye ulaşmak olası değildir. Platon, matematiği gerçek bir felsefeye (bilime) bir giriş olarak kabul eder. Platon’a göre, bilimlerin tacı olan ve kendisinde önceden kabul edilmesi gereken ilkler de olmadığından gerçek bilim diyalektik dır.
Diyalektik, bir anlamda terimlerden önermelere, oradan da genel kavramlara yükselme sanatıdır. Ancak Platon’unun diyalektiği Aristoteles’in analitiğinden farklıdır. Aristoteles’in analitiğinde düz bir gidiş varken, Platon’unun diyalektiğinde, Hegel’in tez-antitez ve senteze benzer bir gelişme vardır. Önyargısız ve saf düşünme sanatı olduğundan Platon’unun diyalektiğiyle
İyiye ve tanrıya sezinlemek şeklinde ulaşmak olasıdır.
        
e-Ruh Anlayışı
Felsefesinde önemli sorun olarak gördüğü ruh ve ruhun ölümsüzlük konusunu Platon esasında kavramlar evren görüşünü ortaya koyarken açıklamaktadır. Diğer birkaç konuda olduğu gibi bu konuda da Platon, Sokrates’le fisagorcuların etkisindedir. Sokrates’e göre, önceden yazıldığı gibi, ruh ölümsüzdür. Fisagorcular benzer görüşü savunmakla beraber, ona ruh göçünü (tenasüh) ilave ederler. Platon, halkın dini değerlerini de düşünerek Sokrates’le fisagorcuların görüşlerini uzlaştırmaya çalışır.
Platon’a göre de ruh ölümsüzdür, ancak ölümsüz olan ruh bedenle buluşmadan önce nerede ve hangi mekânda olduğu sorusunu de dile getirmektedir.
Bilindiği gibi, Platon’unun felsefesinde iki evren anlayışı vardır: Bunlardan ilki, her şeyin esasının kavram olarak yetkin bir şekilde var olduğu kavramlar evreni, ikincisiyse bu mükemmel kavramların (genel bilgilerin) özdeşi olmayıp ancak benzeri ve çoğaltılmışı olan eşyanın var olduğu nesneler veya gölgeler evrenidir. Birincisine batın, gerçek, kavramlar, melekût, gayb, misal, yüce, uhrevi, Hak, emr, mükâfat ve vahdet evreni adı verilirken, ikincisine ise, görünür, madde, cismani, süfli, hayal, şahadet, dünyevi, duyu, çalışma ve çokluk evreni adı verilmektedir.
Birinci evrende bulunan kavramlarının hiçbiri ikinci evrene oldukları gibi değil, Seneka’nin açıkladığı şekilde eksik ve gölge olarak görünürler. Seneka bunu şöyle açıklar: “Modelim sensin. Eserimi sana bakarak çizerim. Bana ne yapacağımı gösteren, yapmama olanak tanıyan senin yüzün. İşte kavram senin yüzün. Şüphesiz doğanın sonsuz sayıda modeli vardır: İnsanlar, balıklar, ağaçlar… v.s. Doğanın ortaya koyacağı tüm varlıklar, genel bilgiler olan kavramların kopyasıdır.  Sanatçının tablo olarak yapmak istediği şey Eidos’tur. İkisi arasında (ideé ve Eidos) ne fark var? Birincisi model, ikinciyse yapılan tablodur. Sanatçı birisini model olarak alır ikincisini ise ona benzetir. Yapılan bir heykel Eidos’tur, model olarak alınan şeyse idédir (kavram). İdé, yalnız eserin dışında değil ondan (Eidos) önce de vardır.” Ancak ruh için durum farklıdır.
Ölümsüz olan ruh bedenle buluşmadan önce iki evren arasında, fakat Platon’a göre birinci evrene daha yakın bir yerden kavramlar evrenini temaşa eder durumdadır. Kaynağı bakımından da ölümsüz olan ruh kavramlar bilgisiyle berber bedenle buluşarak nesneler evreninde var olur.
Ruhun ölümsüzlüğünü, felsefesinde bilgi kuramıyla açıklamaya çalışan Platon, Sokrates’te olduğu gibi, ruh kavramlar evreninden öğrenmiş olduğu tüm bilgileriyle nesneler evrenine gelir. “Phaidon” ve “Menon” adlı çalışmalarında yazdığı gibi Platon, anımsamayı (réminiscence) ruhun ölümsüzlüğüne bir delil olarak kullanır. Nesneler evrenindeki eşyanın ruh tarafından bilinmesi ruhun önceden kavramlar evreninden o eşyayı kavram olarak öğrenmesine bağlar. Bir başka anlatımla duyular evrenine özgü, eşyanın algılanması; eşyanın tüm değişmelerine karşın kendi kavramının yetkinliğine ulaşamamaksızın onu anımsamasından ibarettir. Bütün bilgilerin temeli olan anımsama yetkin olmamakla beraber bir kavram bilgisidir. Ruh, kavramını anımsayarak eşyayı biliyorsa, bu anımsama ruhun ölümsüz olduğunu gösterir. Ruh ölümsüz olmasaydı nesneler evrenindeki eşyayı tanımak mümkün olmazdı. Herhangi bir şey sürekli olarak değişim içindeyse, bir başka anlatımla bir eylem durumundaysa o şeyin varlığından şüphe edilemez. Sürekli eylem içinde olan şeyin hareketin sebebi o şeyin dışında olamaz, daha açıkçası hareketinin sebebi o şeyin kendisidir. Bir şeyin eylemde oluşunu bizzat o şeyin kendisi sağlıyorsa o şey var olduğu müddetçe onun eylemi de her zaman var olacaktır. Hiç şüphe yok ki, başka şeylerin eylemine sebep olan şey kendisini de eyleme geçirebilir. Dolayısıyla başka şeyleri ve kendini eyleme geçirebilen varlık ölümsüzdür. O halde, ruh, tüm eylemlerin sebebi olarak ölümsüzdür. Ölümsüz olan ruhla ölümsüz olan kavramlar arasında ölümsüzlük yönünden bir benzerlik vardır, tıpkı ölümlü insanla ölümlü olan diğer şeyleri ölümlü konusundaki benzerlikleri gibi. Her şeyden önce kavramlarda olduğu gibi, ruh görünür bir şey değildir ancak, görünüşler evreninde bedende vardır, fakat kavramların görünüşler evreninde var olması söz konusu değildir. Buna karşılık beden, diğer ölümlüler gibi görünür bir şeydir ve görünüşler evreninde vardır. Ruh özellikleri bakımından kavramlara benziyorsa da kavramlar gibi kavramlar evreninde olmayıp, daha önce yazıldığı gibi, iki evren arasında bir yerdedir. Bulunduğu yerden kavramları temaşa ederek kavramlar hakkında her şeyi öğrenmiş olan ruh ölümlü olan bedeni sayesinde öğrendiklerinin tümünü unutur. Bedenle buluşmuş olan ölümsüz ruh kendini bir cezaevine kapatılmış gibi algılar. Bunun için, ruhun en büyük özlemi bedenden kurtulup özgürlüğüne kavuşmak ve gerçeğe ulaşmaktır (Eros).
Bedenin tüm eylemlerinde var olan ruh, sürekli olarak beden tarafından görünen ve duyumsanan eşyanın kargaşasına çekilir. Buna karşın ruh sürekli olarak bedene egemen olmaya çalışır.
Ruhun bu egemenliği, daha açıkçası ruhun bedenden kurtuluşu ruhun arınmasıyla olur. Ruhun arınması; bedeni zevklerden ruhun kendisini kurtarmaya çalışmasıyla olur. İşte gerçek erdem bu arınmadır ki, onu ancak gerçek filozof olanlar yapabilirler. Filozof olamayan insanlar bedeni duyguların kölesi olurlar ve onlar ancak erdemin gölgesine ulaşabilirler.
Platon’a göre, yaşayan bir insan için, bedenle ruh arasındaki ilişki, nesneyle kavram arasındaki ilişki gibidir. Kavramlar, nesneler evrenin üstünde sonsuz gerçeklikler dünyasında, ruh da onlara çok uzak olmayan, bir başka anlatımla nesneler dünyasıyla kavramlar dünyasın arasında orta bir yerde bulunmaktadır. Esasında Platon’da ruh kuramıyla kavram kuramı iç içedir. Platon, bir bakıma ruhun ölümsüzlüğünü kavramların varlığıyla, kavramların sonsuzluğunu ise ruhun ölümsüzlüğüyle açıklamaya çalışıyor. Varsayımlardan birini kabul etmek diğerinin varlığının kabulünü zorunlu kılıyor.
Ruhun üç bölümden oluştuğunu yazan Platon; birinci bölümde düşünen ve yöneten akılın, ikinci bölümdeyse akılın koyduğu düzene uyan iradenin ve cesaretinin, üçüncüsündeyse içgüdülere dayalı olan ihtirasların bulunduğunu yazmaktadır. Akıl başta, cesaret yürekte ve ihtiras ve içgüdüyse bedene bağlı olarak alt kısımlardadır. Platon’a göre, ruhun bu üç bölümü devletin üç sınıfına;  akıl yöneticiye, irade Savaşçılara ve içgüdü köylüler, çiftçiler, işçiler… vs karşılıktır.
Platon’unun “Phaidros” adlı kitabında ruh, sürücüsü tarafından yönetilen arabaya koşulmuş iki ata benzetilmektedir. Sürücünün kendisi akıla, iki attan biri; gayet uysal, yönetilmesi kolay ve iyi bir cinsten olan ruhtaki cesarete, diğer atsa; huysuz, geçimsiz, isyankâr olup ruhun aşırı istek ve kaprisine karşılık olan içgüdüye benzetilmektedir.
Ruhun ölümsüzlüğünü Platon, “Timaios” adlı eserinde anlatmaktadır. Ayrıca, aynı eserinde o, oluş içindeki varlığı ortaya koyan gerçek sebebin ne olduğunu araştırmaktadır. Ona göre bu sebebin ne olduğunu anlamak zor, fakat onu bir başkasın anlatmak ise daha da zordur. Ancak şu kadarı söylenebilir; yapılan her hangi bir şeyin ortaya çıkması için nasıl ki bir işçi, usta veya mimar gerekliyse, aynı şekilde evrenini ortaya çıkabilmesi için bir yapıcıya (Demiurg) gereksinim vardır. Demiurg’un yaptığı her şey mükemmel olduğundan kendisi daha da mükemmeldir. Bu mimarların en büyüğü, en mükemmeli tanrının kendisidir. Her şeyi kendi yetkinliği içinde yapan tanrı, ölümsüz olan varlıklara doğrudan kendisi şekil verdi. Ölümlü varlıklara ise tanrı tarafından yaratılmış olan ilahlar, kendilerine şekil veren tanrıya öykünerek şekil verirler. Ölümlü varlıklar içinde tanrı tarafından ölümsüz kılınan ruha sahip olabilen ancak insandır. Evrenin ruhuna şekil kazandıran tanrı, gökyüzünde olup bitenlerin benzerini insanın ruhuna da yerleştirdi. Bunun içindir ki, gökyüzünde olup bitenlerin bezeri insanda da olmaktadır. Bu iki eylem uyum içinde olduğunda, işte o zaman insan gerçeğe ulaşmış olacaktır. Platon gerçeği, birlikte çokluğun, harekette sürekliliğin, varlıkla var olmayanın bir bileşiminde aramaktadır.
Demiurg önce ölümsüz olan ruhu, akılı şekillendirdi. Daha sonra tanrının yarattığı ilahlar bu ölümsüz olan ruhu bedene yerleştirirken ihtiras ve içgüdünün özü olan ölümlü canlılığı ölümsüz ruha eklerler. Bu yöntemle ölümsüz ruh ölümlüler evrenine inmiş olur. Fakat ölümsüz ruhun en büyük özlem daha önce yazıldığı gibi ölümlüler evreninde bedensel gereksinimlerini en aza indirip ait olduğu ölümsüzler evrenin ulaşmaktır. Bedene özgü tüm gereksinimlerini ne kadar aza indirebilirse bu yükseliş o kadar erken olur.
İnsanın en büyük mutluluğu ölümsüz ruhun bedenden kurtulup kavramları temaşa edebildiği yere ulaşmakla olur. Bedenden kurtulan ruhun sonsuz varlığı temaşa etmesi ve ona bağlanması kendisine büyük bir mutluluk verdiği gibi insan ruhuna son derece zevk verir ki, gerçek zevk de budur.
Platon’a göre ölmeden önce bedensel gereksinimlerini en aza indirip ruhunu arındırmak suretiyle gerçek zevke ancak filozoflarla, onların rehberliğiyle benzer yöntemle başka insanlar da ulaşabilirler. Benzer şekilde kavramların doruk noktasında bulunan iyinin parlaklığına ruh gözünü çeviren filozof, bu olağanüstü yönelişin ve çıkışın olumlu getirilerini alt derecedeki insanlara ulaştırır ve bu durumun kendisine kazandırdığı olgunluğa göre toplumsal hayatı düzeltmeye çalışır. Gerçek filozof yalnız kendi kurtuluşu için değil tüm insanların kurtuluşu için çalışır.
Önceden yazıldığı gibi, ruhun üç bölümü devlette ve insanlarda bulunan üç erdeme karşılıktır. Gerçek zevklere ulaşmış olan yöneticilere özgü olan bilgelik aklın erdemidir. Akıl felsefeye (bilişme) sahip olduğu müddetçe yönetimi kusursuz olur. Savaşçılar sınıfında olan kişilere özgü cesaret ise tam olarak akılın doğrultusunda yol aldıkça o cesur insanların erdemi olur. Görevleri çalışmak ve itaat etmek olan köylüler, çiftçiler, tüccarlar, şehirliler… vs. kendilerini yönetenlere itaat etikçe ihtiraslı ruhlarının efendisi olarak erdemli olurlar. Platon’a göre, dördüncü ve sonuncu erdem adalettir ki, bu erdem tüm erdemlerin en yücesidir. En yüce adalet; her bölümün kendi içinde olduğu kadar kendi aralarında da uyumlu olan ve kendilerine düşen görevi en iyi şekilde yerine getirmeleridir.
f- Devlet Anlayışı
Bir insanın tek başına yaşamsıyla kendini ve neslini doğaya ve düşmanlarına karşı korumasının zorluğunu dile getiren Platon, insanların temel gereksinimlerini sağlayabilmeleri için toplum halinde yaşamaları gerektiğini yazmaktadır.  Bu mantığını; nasıl ki bir ağacın dalı ağacından kopartılıp yere atıldığında canlılığını tek başına devam ettiremezse aynı şekilde bir insanın toplumun dışında tek başına yaşamayacağı örneğiyle açıklamaktadır. Tüm insanları bir araya getiren güç, esasında her şeyin kaynağı olan ihtiyaçtır. Bir başka anlatımla, insanlar birbirlerine olan ihtiyaçlarından dolayı bir araya gelip toplumu oluşturmuşlardır. Benzer ihtiyaçlarından dolayı bir araya gelmiş olan insanlar arasındaki tek fark yapmış oldukları mesleklerinin farklı oluşlarıdır.
İnsanlar arasındaki adaletin devlet tarafından her bir insanın kendi yeteneklerine göre eğitim verilerek ve hangi iş kolunda eğitim almışsa onu o iş kolunda görevlendirmekle sağlayan Platon, adeta sözleşmeler kuramına yaklaşır gibi görünse de, esasında o yetkin insanların olgun toplumları oluşturacağına inanmaktadır. Platon, bireylerin psikolojik yapılarının topluma yansıdığını, toplumsal bilincin de bireylere yansıdığın anlatmak için; “insan küçük bir toplum, toplum ise büyük bir insandır” tümceyle açıklamaktadır. Eğer bir toplum şan ve şerefe veya paraya önem veriyorsa o toplumdaki insanların çoğu aynı şekilde şan ve şöhrete veya paraya önem verir. Benzer şey tersi için de geçerlidir. Fakat devlet, hiçbir zaman birlikte yaşayan insanların bir toplamı olmayıp onların üstünde bir organizmadır.
“Devlet” adlı kitabında yukarıdaki düşünceleri serpiştirmiş olan Platon, aynı zamanda yanlış devlet şekillerini de anlatır. Bunlardan ilki; Isparta Kent Devleti’nde olduğu gibi, “timokrasi” adı da verilen askeri devlet şeklidir ki, böyle bir devlet şekli Platon’a göre yanlış bir devlet şeklidir. Çünkü asker her şeyden önce kahramanlığa, şana ve şöhrete önem verir. Şan, şöhret ve kahramanlık askerler için, savaşlarda ve askeri darbelerde kazanılır. Bunun için, onlar sürekli olarak savaşların ve darbelerin yollarını arayacaklardır. Yanlış devlet şekillerden bir başkası Platon’unun plütokrasi adını verdiği zenginlerin yönettiği devlet şeklidir.  Platon bu devlet şekline Güney İtalya’daki zengin eski Yunan kolonileri örnek olarak göstermektedir. Böyle bir devlette zenginlerle fakirler arasında sürekli mücadele olacağını düşünen Platon bu devlet şeklini de yanlış buluyor. Platon’unun yanlış bulduğu bir başka devlet şekli günümüzde çok geçerli olan demokratik devlet şeklidir. Soylu bir aileden gelme olan Platon, çok sevdiği öğretmeni Sokrates demokratlar tarafından öldürüldüğünden, ayrıca demokrasilerde gerçek söz sahibi halkın olması gerekirken Atina Kent devlet’inde genellikle demagogların çoğunlukta olduğu halk meclisi yetkili olduğundan ve demagoglar akıldan daha çok heyecan ve ihtirasla hareket ettiklerinden demokrasiyi de beğenmez.
Yukarıda sıralanan yanlış devlet şekillerinden hiç biriyle adaletin sağlanmasının mümkün olmadığı gibi, hiç biriyle bir toplumu organizma şekline dönüştürülemeyeceğini düşünen Platon bunların dışında başka bir devlet şeklini düşünmektedir. Bu devlette Platon, birinin başına gelen bir mutluluk veya acıyı aynı şekilde başkaları tarafından da duyulması için herkesin birbirini yaşlarına göre anne-baba, kardeş ve evlat gibi görmelerini istiyor. Platon öyle bir devlet şeklini tanımlıyor ki, bugüne kadar böyle bir devlet şekli gerçekleşmediği gibi, bundan sonra da hiçbir zaman gerçekleşmesi mümkün değildir. Felsefede “Ütopik Devlet” olarak adlandırılan böyle bir devleti ilk defa tasarlayan Platon’dur.
İş bölümü esasına dayalı olan hayalî devlette Platon’a göre üç ayrı sınıf vardır. Bunlardan ilki köylüler, çiftçiler, işçiler, tüccar ve zanaatkârlardan oluşan ve genellikle işçiler sınıfı adı verilir. Platon, bu sınıf üzerinde pek fazla durmayıp onları kendi hallerine bırakır. Görevleri çalışmak ve itaat etmek olan bu sınıftaki insanlar yeteneklerine göre iş ve eş seçmekte serbest dırlar.
Platon’unun ütopik devletinde köylüler ve işçilerden sonra askerler veya savaşçılar adı verilen bir başka sınıf yine vardır ki, bu sınıfa mensup olan insanlar Platon’a göre toplumun ana omurgasıdır. Onlarla yakından ilgilenen Platon, “Devlet”inde bu sınıfın ortaya çıkışını yine sosyal bir ihtiyaca bağlamaktadır.
Verimli topraklarını işleyen köylüler, özellikle çiftçiler ve diğerleri kendi topraklarını düşmanlarına karşı korumak için, savaş sanatını da bilmediklerinden kendi kendilerine bu konuda yeterli olamayacaklardır. Ayrıca nüfusları artıkça insanlara yetmeyecek olan topraklarını genişletmek veya düşmanlarına karşı onu koruyabilmek için,  savaşmayı bilen insanları yetiştirmek durumundadırlar. İşte savaşçılar sınıfı Platon’a göre, böyle bir gereksinimden doğmaktadır.
Platon, savaşçılar sınıfının yetişmesi için, yeni doğan çocukları ailelerinden alıp devletin imkânlarıyla eğitilerek büyütülmesini ön görür. Aynı çatı altında yaşdaşlarıyla beraber büyüyen çocuklar, gerçek kardeş, anne ve babalarını bilmediklerinden diğer çocukları kardeş, büyükleri ise anne ve babalarıymış gibi algılayarak onları bu duygularla seveceklerdir.
İyi bir savaşçının bedenen ve ruhen güçlü olmasının gerekliliğine inan Platon,  devlet eliyle yetiştirilen bu çocukların eğitim ve öğretimiyle küçük yaşlarından itibaren ilgilenmektedir. En alt yaş gurubunda (0–3) olan çocukların bedensel gelişimi yakından izlenir. Üç-altı yaş gurubundaki çocuklara efsanelerle birlikte müzik dersleri de verilerek onlar ahlaki yönünden eğitilir. Söz sanatları anlamında kullandığı müziği Platon, gerçeğe uyan veya uydurma olan müzik olmak üzere ikiye ayırıyor. Elbette ki, Platon’unun uydurma müzik şeklinde adlandırdığı sözlü ve yazılı edebiyattaki; gençlere gevşeklik, tembellik ve kötümserliği aşılayan anlatımlar yasaklanmaktadır. Bunun içindir ki Platon, gençlerde olumsuz duyguları uyandırdıklarını düşündüğü Hesiodos ve Homeros’un tanrı hakkındaki düşüncelerini anlatan kitapları yasaklamıştır. Esasında tanrı iyinin kaynağı veya sebebi olduğu halde o kitaplarda tanrı kötümser imiş gibi betimlenmektedir. Buna örnek olarak Homeros’un bir şiiri:
         Zeus’un kapısı önünde iki küp
         Durur.
         Biri ak bahtlarla doludur, biri
         Kara,
         Zeus bunları karıştırıp verirse,
         İnsan bir mutlu olur, bir mutsuz.
         Kimine de, kara baht küpünden
         Katıksız verir:
         O da açlık içinde kıvranır,
         Mutluluk nedir bilemez.
Çocuklara verilmesini yasaklar. Platon’unun çocuklara aşılamak istediği duygu; güzeli sevmek, güzele benzemek, onunla bir olmak ve onunla kaynaşmak şeklindedir.
         Yedi-on yaş gurubunda olan çocuklara jimnastik yaptırarak onların beden yönünden gelişeceklerini düşünen Platon, ata binmek, ok atmak gibi sporların da yaptırılmasını önermektedir. Bu öneri yalnız erkek çocukları için değil, kızları da kapsamaktadır. Çünkü Platon, diğer konularda olduğu gibi bu alanda da kadın erkek ayırımını yapmayıp, savaşlarda kadınların da yararlı olacağını düşünmektedir.
         Platon, 11–13 yaş gurubunda okumak-yazmak, 14-16’da şiirle müzik, 16–18 yaş gurubunda matematik derslerinin verilmesini, 18–20 yaşlarında olanlara ise sıkı bir şekilde askerlik eğitiminin yaptırılmasının gerekliliğini yazmaktadır
         Devlet sınavına girmeleri zorunlu olan yirmi yaşında ki gençlerin başarısız olanlar savaşçılar sınıfına ayrılırlar, başarılar ise ileride devlet kademelerinde görev almak üzere eğitimlerine devam ederler.
         20–30 yaş gurubundaki başarılı gençler bütün bilimleri detaylı olarak incelerler. Bu gençler girecekleri ikinci devlet sınavında az başarılı olanlar devlet yönetiminde ikinci derecedeki kadrolarda görev alırlar, çok başarılılar ise diyalektik bilgilerini geliştirmek için yıllarca çalışırlar. Elli yaşlarında yapılacak olan devlet sınavında başarılı olanlar artık tam yönetici olurlar. Bir başka anlatımla, onlar matematikle birlikte diyalektiği çok iyi bilen birer filozof olurlar.
         Alt sınıfta bulunan köylülere ve diğerlerine yalnız okumak ve yazmayı öğretmekle yetinen Platon, onların evlenmek gibi diğer sosyal olaylarına pek karışmaz. Fakat savaşçılar sınıfına karşı oldukça sert davranır.
         Yurt topraklarını korumak, belki de kimi zaman topraklarını genişletmek amacıyla ellerine silah verilen savaşçıların, silahlarını yurttaşlarına karşı değil de düşmanlarına karşı kullanmalarını sağlamak için onların iyi eğitimli olmalarını gerekliliğini savunan Platon; “onlar sahibine karşı sevecen, düşman önündeyse yırtıcı olacak” şekilde eğitilmesini istemektedir. Ayrıca savaşçılar sınıfına evlenme serbestîsini tanımayan Platon, onlara mal ve mülk edinme hakkını da vermemektedir. Devlet kararıyla evlendirilecek olan sağlıklı çiftlerden sağlıklı bebeklerin doğma ihtimalini yüksek olduğunu düşünen Platon, özürlü doğan bebeklerle ilgilenmeyip onları kendi haline bırakılmasını istemektedir. Kimileri Platon’un aynı şeyi yaşlılar için de düşündüğünü söylemektedirler.
         Platon’unun ütopik devlet kuramında üçüncü sosyal sınıf yöneticilerdir. Her şeyden önce yöneticiler için; savaşçılar sınıfında olan gençlerin; ata binmek, ok atmak, savaş sanatını iyi bilmek ve müzik bilgisine sahip olmak gibi tüm meziyetlerine sahip olmak gerekliliğine ek olarak iyi birer filozof olmak zorunluluğu vardır. Çünkü filozoflar, ruhlarında adaleti en iyi şekilde gerçekleştiren ve içselleştiren insanlardır. Adaleti içselleştirebilen insanlar başka insanlara karşı da adaletli olurlar. Ayrıca filozoflar kavramlar bilgisini başka insanlardan daha iyi bileceklerinden ülkeyi en iyi şekilde onlar yönetirler. Ülke yönetimini üstlenmiş olan insanların günlük temel ihtiyaçlarını karşılamak üzere para kazandıran kollarda çalışmak zorunda olmamalıdırlar. Aksi durumda Platon’a göre onlar devlet yönetiminde başarılı olamazlar. Bunun içindir ki, Platon’a göre, yönetim sınıfında olanların tüm gereksinimleri devlet tarafından karşılanmalıdır. Bunun sonucu olarak Platon, savaşçılar sınıfında olduğu gibi yöneticiler sınıfına da evlenmek ve mülkiyet edinme serbestîsini vermiyor.
         Platon, diğer konularda olduğu gibi, “Devlet”inde de yukarıdaki görüşleri uzun zaman savundu, ancak yaşlılık döneminde hem devlet anlayışında hem de diğer konularda bazı değişiklikler yapmak gereğini duydu.
         Ahlak anlayışında Sokrates, hiç kimsenin bilerek kötülük yapmayacağını, kötülüğün temelinde, esasında bilgisizliğin bulunduğunu söylüyordu.  Platon, gençlik yıllarında bu düşünceye tümüyle katılırken yaşlılığında, diğer birkaç konuda olduğu gibi bu konuda da kendine özgü birkaç değişiklik yaptı. Kötülüğün temelinde her ne kadar bilgisizlik varsa da, gerçek sebep Platon’a göre, insan vücudunun salgıladığı bir salgı insanın kötülük yapmasına sebep olduğunu söyler. Bunu için, bir insan ne kadar bilgili olursa olsun eğer vücut o salgıyı üretiyorsa o insan kötülük yapar. Bu durumda, yönetici ne kadar bilgili olursa olsun, adaleti ne kadar iyi içselleştirmiş olursa olsun o, salgıdan dolayı kötülük yapacaktır.
         Yaşlılık döneminde Platon’unun değiştirdiği bir başka konu, ülkenin yönetimini gençliğinde yalnız filozoflara veren Platon, yaşlılık döneminde filozofların da bağlı olması gerektiği birkaç ilkelerin var olmasını zorunlu görür ki, bu ilke de “Anayasadır”. Fakat bu anayasayı kim veya kimler yapacaklardır?
         Platon, ülkenin yönetiminde son derece önemli yeri olan anayasayı o ülkenin bilginleri tarafından hazırlamalarını ve ülkenin yönetiminde de yine onların sorumluluk almalarını “Yasaları”nda yazmaktadır. Yöneticilerin her konuda kesinlikle anayasaya bakmaları gerekmez, ancak toplumdaki insanların genelini ilgilendiren genel konularda ona başvurulmalıdır. Bundan dolayı anayasaların çok teferruatlı olmaması gerekir. Anayasayı yazacak olan bilginler toplumda sosyal bir sınıfa ait olacaklarından, her ne kadar tarafsız olurlarsa olsunlar mensubu olduğu sınıfına az da olsa iltimas yapabilirler. Yaşlılık döneminde ülke yönetimi konusunda bu düşüncelere sahip olan Platon, önceki düşüncelerinden vazgeçerek; anayasaların insanlar tarafından hazırlanamayacağını ileri sürer.
          Genç çiftlerin devlet tarafından verilen kararlarla evlendirmesini ve kimilerini mülkiyet hakkından yoksun bırakılmasını insanlık doğasına aykırı bulan Platon, yaşlılık döneminde bu düşüncelerinden vazgeçer. Artık dini duygulara son derece önem vermeye başlayan Platon, ekonomik konularda da bazı serbestîleri kabul etti.
         Kozmolojik dönem filozoflarının düşündükleri gibi, her şeyin ölçüsü ne maddesel bir ilke, ne de insan (Protagoras) değildir. Yaşlı Platon’a göre artık her şeyin ölçüsü tanrıdır. Onun değişmeyen yetkinliği sayesinde her şey vardır ve onların tümü tanrıya ulaşmak amacındadırlar.
          Bu durumda adil ve sağlıklı bir toplumu ortaya koyabilmek için, yaşlı Platon’a göre, tüm insanlar, tanrının koyduğu düzeni taşıyan kosmozu kendilerine örnek almalıdırlar. Buna bağlı olarak da yöneticiler önce kosmozu iyi bilmek zorundadırlar.
         Sonuç olarak; ilk yıllarında mükemmel, ancak gerçekleşmesi imkânsız bir toplumu düşleyen Platon, yaşlılık döneminde dini ve tanrıyı bir tarafa bırakıp adil bir toplumun gerçekleşmesinin imkânsız olduğunu düşünmektedir.













IV-ARİSTOTELES
a-     Hayatı
Aristoteles,  Makedonya’da küçük bir kasaba olan Stageira’da M.Ö. 384yılında doğdu. Babası Nikomakos, Makedonya kralı Filip’in (Büyük İskender’in babası) saray doktoru, annesi ise Solon’unun yakınlarının torunlarındandır.
Aristoteles’in doktor çocuğu olması kendisine bilimsel yönden, özellikle biyoloji alanında, bazı avantajlar sağlıyor. Tıp alanında bilindiği gibi önce tanı sonra tedavi gelir. Tıp dalındaki bu yöntem Aristoteles’i önce iyi bir gözlemci ve az da olsa deneyci, düşünce yönteminde de iyi bir genelleme yapma özelliğini kazandırdı. Bu özellikleri Aristoteles’e ileride iyi bir felsefeci, ifade edilmesi biraz erken de olsa, belki de iyi bir bilim insanı olmak yolunu açtı.
Aristoteles,  henüz on sekiz yaşında iken, eğitim ve öğretim almak üzere Atina’da, Platon Akademisinde Platon’a 366 yılında öğrenci oldu. Akademide, 20 yıl boyunca Platon’un en başarılı öğrencisi olan Aristoteles, gençlik yıllarında bazı eserler dahi yazdığı bilinmektedir.
M.Ö. 347 yılında Platon’unun ölümünden sonra, Platon’unun yeğeni Speusippe, akademi yönetimin başına getirildiğinden değişik duygular içinde Aristoteles, öğrencisi Theofrast (Théophraste) ile beraber akademi ortamından ayrılıp, Pers İmparatorluğunun korumasında olan Hermes krallığına danışman olarak, Edremit körfezine yakın Assos’a (Behramkale Köyü’ne) gitti.
Kralın yeğeni Pythias ile evlenmiş olan Aristoteles,   eğitim ve öğretim yapmak üzere Assos’ta bir okul açtı. Bu okulda, 3 yıl ders verdikten sonra, özellikle biyoloji alanında araştırma yapmak üzere, öğrencisi Teophrast’in doğum yeri olan Midilli adasına öğrencisiyle birlikte geçti.
Tutku dolu fakat saralı ve alkolik olan Makedon Kralı Philip, çocuk yaştaki oğlu İskender’i eğitmek için Aristoteles’i sarayına 342 yılında davet eder.
Kralın ölüm tarihine kadar sarayda kalmış olan Aristoteles, öğrencisi İskender’le aralarındaki bazı tatsızlıklarına [1]rağmen onunla iyi bir dostluk oluşturmuş.
Büyük İskender’in Asya seferine gitmek kararından sonra, Aristoteles’i de sefere götürmek isteye kralın ısrarına rağmen o, Makedonya’dan ayrılıp bir okul kurmak üzere Atina’ya geri döndü.
Atina’da,  Apollon’a adanmış bir jimnazyumda Lykein (Lise) adında bir okulu 335 yılında kuruyor.
Aristoteles’in 12 yıl boyunca yöneticilik yaptığı ve ders verdiği bu okulda dersler, daha çok doğa bilimlerine öncelik verilerek bilimsel yöntemle yapılıyordu. Platon’un akademisinde ise, doğa bilimlerden daha çok matematik, felsefe ve siyaset dersleri veriliyordu.
Bir rivayete göre Aristoteles derslerini oturarak değil de gezinerek verdiğinden bu okula gezinmek anlamına gelen “Peripatos” adı da verilmektedir. Bir başka rivayete göre Peripatos adı; Aristoteles’in gezinerek ders vermesinden değil de, okul bulunduğu Peripatos semtinden kaynaklandığı ileri sürüyor.
Büyük İskender’in Asya seferinde, 323 yılında ölümünden bir müddet sonra Makedonyalılara karşı olumsuz bir hava oluştu. Ayrıca başrahip Eurymedon (Örimedon), Aristoteles’in duaların ve sunakların anlamsız şeyler olduğunu söylediğini ileri sürmesinden huzursuz olan Aristoteles, ikinci bir Sokrates olayını yaşamamak için, annesinin de doğum yeri olan Khalkis’e sığındı ve orada 63 yaşında mide kanamasından öldü.
b- Eserleri
  
      

           
          
      
 

















  
     
     
           




  





     
             

        
     

  
        

  
 

             

                         









[1] ) Bir rivayete göre Büyük İskender, kral olduktan bir müddet sonra kendisini tanrı ilan ettiğinde, buna karşı çıkan yeğeni Kalisthenes’i öldürdüğünden dolayı Aristoteles, Büyük İskender’e gönül koymuş.