25 Şubat 2012 Cumartesi

TÜRKİYE ‘DE ÜNİVERSİTELERİN DURUMU

Latince universalis sözcüğünden türetilmiş olan ve evrensel anlamına gelen “üniversite” sözcüğü, günümüzde tüm dillerde benzer şekilde ve anlamda kullanılmaktadır. Gelişmiş ülkelerde üniversiteler, bilimsellikten ödün vermeksizin “bilim yapılan kurumlar” olarak bilinmektedir. Bu kurumlarda; bilimin nesnelliğinden, evrenselliğinden, akla, deneye ve gözleme dayalı oluşundan hiç ödün vermeden sebep sonuç bağlamında sürekli olarak insanlık için yararlı bilimsel bilgiler üretir ve bu bilimsel bilgiler tüm insanlığın her alanda hizmetine sunulur. Bu kurumlarda bilimsel bilgi üreten kişiler  tüm politik ve dinsel inançların dışında duygusallıktan arınmış, ancak bilimin gereklerini yerine getiren dürüst, adaletli, tüm insanlara aynı gözle bakabilen, etik anlayışlarından ödün vermeyen erdemli insanlardır. Onlar, herhangi bir gücün önünde ödün vermeden, alçak gönüllüklerinden de ayrılmaksızın dimdik ayakta duran, ancak “GERÇEK” i arayan dürüst insanlardır ve öyle de olmalıdırlar.
Üniversitelerde gerçek bilim insanlarının taşımış oldukları bu özelliklerinden dolayı özellikle özde demokratik olamayan ancak sözde demokratik olduğunu iddia eden politikacılar bu tür insanlara karşı önemsizlermiş gibi davranmakla yetinmeyip  onları bir şekilde susturmak ve birbirlerine düşman ederek onları susturmak için her türlü girişimlerde bulunurlar.
Bir insanın beyni görevini yapamaz durumuna düştüğünde, nasıl ki o insan felç oluryorsa, benzer şekilde toplumun beyni olması gereken üniversiteler ve üniversite öğretim üyeleri gerçek işlevlerini yapamadığında, o toplum da güç duruma düşer. İşte, Türkiye'de Devlet üniversitelerin durumu bundan çok farklı değildir. Türk toplumunun gerçek sosyo-ekonomik ve kültürel sorunlarını belki de bu noktada aramak gerekir.
YÖK öncesi yürürlükte olan 1750 sayılı üniversite yasasının eksikliklerin olmadığın söylemek kesinlikle mümkün değildir. Ancak onun eksikliklerini gidermek için bu yasanın ilgası ve bugün yürürlükte olan 2547 Sayılı YÖK yasasını ikamesi mi gerekiyordu? Bu konuda başka bir çözüm bulunamaz mıydı? Şimdilik bunun da doğruluğunu kabul edelim. Peki, bu YÖK yasasını da kesinlikle sulandırmak mı gerekiyordu?
Bilindiği gibi YÖK yasası ilk çıktığında üniversite rektörleri üçlü imzayla atanırlardı. Atanan rektörlerin üniversitelerini, ödün vermeksizin tarafsız bir şekilde yönettiklerini de bir an için kabul etmiş olalım.
YÖK yasasının rektör atama maddesini 1992 yılında değiştiren politikacıların gerekçesi üniversitelere biraz daha demokrasi getirmek değil miydi? Bu yasaya göre üniversite öğretim üyelerinin, sözde kendi iradeleriyle, üniversitelerinden Prof. olmak şartıyla altı aday seçip almış oldukları oy sıralamasına göre bir listeyi YÖK’e gönderilmekte. YÖK’te yasalara göre aday listesini yeniden oylayarak altı aday sayısını üçe indirerek yeni bir liste düzenleyip üç adaydan birini seçmek üzere cumhurbaşkanına göndermektedir. Cumhurbaşkanı da tüm politik ve dinsel inançlarından arınmış olarak bilimsel ve etik olarak üç adaydan en uygun olanını rektör olarak atanmasını uygun görür diyelim. Burada demokrasinin işletildiğini söyleyebilir miyiz? Gerçek demokratik toplumlarda, en küçük birimlerinde bile en azından kendilerini ilgilendiren konularda kendi kararlarını kendileri vermezler mi? Ayrıca üniversitelerde en yetkili kişiyi kesinlikle demokratik yöntemle mi seçmek gerekir? Bu da irdelenmesi gereken bir başka konu.
Yukarıda yazılan yönteme göre atanmış olan rektörlerin eylemlerinde kesin bir şekilde özgür olduğu söylenebilir mi? Bu insanların politik veya dinsel inançlarından bağımsız olarak, bilim insanlarına yakışır bir şekilde kararlarında tarafsız olduğu düşünülebilirin mi? Onlar gelecek seçimlerde kendilerine veya kendisiyle aynı düşüncede olanlara oy verebilecek olanların akademik kadrolara atamasını uygun görebilirler mi?
Evet, günümüzde tüm devlet üniversitelerin tartışmasız bir şekilde bu yöntemden dolayı en az ikiye bölünmüş olduklarını söylemek mümkündür. Bu şekilde ikiye ayrılmış üniversitelerde rektörler ve öğretim üyeleri üniversitelerin geleceği olarak düşünülen araştırma görevlilerini sınavla seçerken; bilimsel ölçütlere göre mi, yoksa tarafgirliklerine göre mi karar verecekler? İşin ilginç yanı bilimsel tarafsızlığı şüpheli olan bu tür öğretim üyelerinden bilimsel tutum ve davranışı öğrenmek durumundaki araştırma görevlilerinin bilimsel anlayışın tarafgirlik olarak sanmaları veya öyle görünmelidir.
İkinci eğitim veya sıkça söylendiği gibi gece eğitimi üniversitelerin çöküşünü hazırlayan bir başka faktördür. Kendilerinin eski öğrencisi olmakla övündüğüm felsfeci Ord. Prof. H. Ziya Ülken, sanat tarihçisi Ord. Prof. Suut Kemal Yetkin, eğitimci Prof. Dr. Bedii Ziya Egemen, tarihçi Prof. Dr. Neşet Çağatay, tarihçi Doç. Dr. Bahriye Üçok ve diğerleri kendi dönmelerinde haftada en çok altı -yedi saat derse girerlerken şimdikiler ikinci eğitim gerekçesiyle yasal olarak haftada en çok kırk saate kadar derse girebiliyorlar. Kendilerinin nur içinde yatmalrını dilediğim eski hocalarım, uzmanlığın dışında bir başka derse kesinlikle girmezlerdi. Şimdikiler ise para için ama yalnız para için uzmanlıklarına bakmaksızın alanlarıyla ilgili olsun veya olmasın, özellikle Anadolu üniversitelerinde her türlü derse giriyorlar. Kendi alanında dünyanın en büyük bilim insanı olsa bile bir öğretim elemanı haftada 40 saat, üniversiteye yakışır şekilde bir ders verebilir mi?
Burada devlet yöneticileri ile öğretim elemanlarının karşılıklı olarak adeta anlaştıkları büyük bir yanlışlık var: Politikacılar öğretim elemanlarının maaşlarına fazla zam yapmadan ikinci öğretimle onları susturuyor, onlar da çok sayıda derse girip ek ders ücretlerini alarak bilim yaptıklarını düşünüp maaşın düşüklüğüne ses çıkartamıyorlar. Böyle bir ortamda üniversitelerde gerçekten bilimsel çalışmalar yapılıp dünyanın en iyi yüz veya beş yüz üniversiteleri arasına girmek mümkün müdür? Kendimizi hiç kandırmayalım.
Bilim zordur, zor olduğu kadar da parasal gücü gerektirir. Bilinçsiz ve plansız bir şekilde her türlü bilimsel verilerin dışında bir mühür, bir müdür zihniyetiyle yalnız politik amaçla birçok üniversite birden açılırsa sonucun başka türlü olmasını bekleyebilir misiniz?
Üniversitelerin gerekliliğine gerçekten inanılıyor ise gerçek üniversitelerin açılması ve orada bilimsel çalışmaları yapacak bilim insanları, onların bilimselliğini anlayabilecek üniversite öğrencisi ve bilim yapmaya uygun fiziksel ortamın hazırlanmasına gerekir, bunun için de güçlü finansman gerekir.
 1992 yılına kadar tüm devlet memurlarına yapılan maaş artışların aynısı akademik elemanlarına da verildiği gibi, buna ek olrak üniversite, asker, emniyet ve yargı mensuplarına özel bir tazminat verilirdi. Fakat şimdi bu tazminat onlara verilirken, üniversitede çalışan öğretim elemanlarına bu tazminat verilmemektedir.
Bu eksiklikler giderilip üniversiteler doğru düzgün bir duruma getirilemez mi? Kesinlikle getirilebilir, ancak ulusal iradenin bilime inanması ve “GERÇEK”in dostu ve sevdalısı olan bilim insanlarına önem vermesi gerekir. Ancak politikacılar, isteseler bile paradigmaları gereği bunu yapamazlar. Bu durumda yukarıda yazılan nedenlerden dolayı devlet üniversiteleri kalite yönünden daha da açınacak bir duruma düşecek ve belki de yakın bir gelecekte, özellikle Anadolu üniversitelerin çoğu bilimsel yönden çok şey kaybedip lise düzeyine ineceklerdir.










19 Şubat 2012 Pazar

J.- J. ROUSSEAU'DA EĞİTİM

Felsefede, Sokrates’in “ben, kim olduğumu bilmedikten sonra doğayı tanımamın ne yararı var ki?” sorusunu sorduğu tarihten itibaren birçok filozof, insan konusuna ve özellikle onun eğitimine yöneldi. İnsan nedir? Ne gibi özellikleri vardır? İnsan tüm bilgilerini doğuştan mı, yoksa sonradan mı kazanıyor? İnsan eğitilir mi? Eğitilirse nasıl eğitilir?
İnsan hakkında bu tür sorular elbette ki çoğaltılabilir. Ancak bu çalışmanın temel amacı; J.-J. Rousseau’ya göre, insan nasıl eğitilmelidir sorusudur.
Sokrates’ten sonra öğrencisi Platon, “Devlet” adlı şaheserinde insanı tanımak ve onu eğitmek konusunda birçok öneride bulunmaktadır. O’na göre; “adaleti sağlayamayan bir toplum bir gün mutlaka çöker. Adalet de; her insanın kendi yeteneğine göre eğitilip toplumda ona, eğitildiği alanda görev vermek”le sağlanabileceğini ileri sürmektedir.aplarında yaptığı alıntılardan, kullandığı dip notlardan ve verdiği kaynaklardan anlaşıldığına göre Sokrates’in ve Plato’nun felsefesini iyi bilen Jean-Jacques Rousseau, eğitim konusunda, kendi döneminde, büyük bir devrim yaptı ki, bu devrimin de Fransız İhtilalı’nın sebeplerinden biri olduğunu söylemek büyük bir abartı olmasa gerek.
Bu yazıda, Jean- Jacques Rousseau’nun özgeçmiş ve yetiştiği kültürel ortam kısaca yazıldıktan sonra, kitabında sembolik olarak eğittiği geçin adını verdiği “Emile” adlı eserine dayanarak onun eğitim felsefesi çözümlemeye çalışılacaktır.
Jean-Jacques Rousseau, 28 Haziran 1712 yılında Cenevre’de baba ocağında doğdu. Kalvinist inancına göre vaftiz edilmiş olan Rousseau, 7 Temmuz 1712 tarihinde annesini kaybetti.
Küçük yaşta annesini kaybetmiş olan Rousseau, ilk altı yılını doğduğu evde (40, Grand-Rue’de) geçirdi. St-Gervais’te saat tamircisi olan babası Isaac Rousseau’nun dükkânı, küçük Rousseau için adeta bir sığınak gibiydi; her gün düzenli bir şekilde babasıyla oraya gider ve hayranlıkla babasının çalışmalarını izlerdi.
1724 yılında dayısına teslim edilen Rousseau, kuzeni Abraham ile birlikte eğitilmek üzere Cenevre’de din adamı Lambarcier’ye teslim edilir.
Dört yıl sonra, Cenevre’de ki evine dönen Rousseau, bir din adamının tavsiyesiyle Annecy’de oturan ve zengin olan Mme De Warens’e emanet edildi. Daha sonra bu bayanın isteği üzerine, 12 Nisan 1728 yılında Turin’de “Spirito Santo” adında bir öksüzler yurduna yerleştirildi.
Burada, 23 Nisan 1728 tarihinde Katolik mezhebine geçti. Ancak bu olay, inanç bakımından J.-J. Rousseau’nun düşünce dünyasını altüst eder ve bir müddet sonra da Katoliklerin aforozu üzerine Kalven İnancına geri döner.
1750 tarihinde yazmış olduğu “Discours sur Les Sciences et Les Arts” (Sanat ve Bilim Üzerine Konuşmalar) adlı eserinde, Katoliklerin temel inancı olan asli günahı (le peche originel) inkâr eder ve devrim niteliğinde olan; “doğal olarak insan iyi ve mutlu doğar, ancak onu kötü ve mutsuz yapan toplumdur” görüşünü ileri sürer.
Eğitim konusunda, 1762’de yazdığı ölümsüz eseri “Emile”de doğaüstü vahye karşı dogmasız doğal bir din ileri sürer ki, bu düşüncesinden dolayı Paris Parlamentosu Rousseau hakkında tutuklama kararını aldı. Rousseau önce İsviçre’ye sonra da İngiltere’ye kaçtı.
Rousseau, yukarıdaki dini inancının ispatına kalkışmaksızın, kalbinden çıkan bir duyguyla “Doğal Din” veya “Deizme” adını verdiği bu dini inancına göre; her hangi bir peygambere ve kutsal kitaba gereksinim olmadan insanın Tanrı’ya ulaşabileceği görüşünü ileri sürdü.
Önce; anne - oğul, daha sonra da iki sevgili gibi olan Mme De Warens ile J.-J. Rousseau’nun beraberliği iki yıl sürebildi.
Ayrılıktan sonra J.-J. Rousseau felsefesinin temellerini attığı ve ahlakla ilgili eserini yazdığı Charmettes’de 1733 yılında yalnız yaşamaya başladı. Ayrıca burada tarih, felsefe ve müzik derslerini de almayı ihmal etmedi.
Rousseau, 1745 tarihinden ölümüne kadar beraber yaşadığı, ölümünden sonra da tüm mülkiyetinin ve eserlerinin telif haklarının kendisinde kalacak olan çamaşırcı Bayan Thérese ile tanıştı. Rousseau ile Thérese 29 Ağustos 1768’de Bourgoin’de evlendi. Onların, bu evlilikten, tümünün de kimsesiz çocuklar yurdunda yetişecek olan beş çocukları oldu.
1743–1744 yıllarında Venedik’te elçi olarak da bulunan J.- J. Rousseau, orada İtalyan müziğini inceleme imkânını elde etti.
1744’de Paris’e dönen Rousseau, 1749 tarihinde D’Alembert’den yeni ansiklopedi için bilim ve sanatla ilgili bir makale yazma teklifini aldı ki, hazırladığı bu yazı, onun 1750 yılında yayımlayacağı “Sanat ve Bilim Hakkında” ki eserinin temelini oluşturdu.
“Doğal olarak insan iyi ve mutlu doğar, ancak onu kötü ve mutsuz yapan toplumdur” konusunda kendisine cesaret veren Diderot’un teşvikiyle ve “Toplumsal Sözleşme” ile “Emile” adlı eserlerinin de esasını oluşturan bu felsefe hakkında kaleme aldığı uzunca bir yazıyı Rousseau, kilise yetkililerine gönderdi. Bu yazı, Paris’te entelektüel ortamda uzun zaman tartışma konusu oldu.
1755 yılında yayımlanan “İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı” adlı kitabı için, Voltaire’in sert eleştirisine muhatap olan Rousseau, aynı sertlikle ona cevap vererek onunla olan dostluğunu bitirdi.
Bayan Thérese ile birlikte yerleştiği Mont- Louis’de üç eserini kaleme alır; Yeni Héloise, Toplumsal Sözleşme ve Emile.
Amsterdam’da 1762 yılında peş peşe yayımlanan “Toplumsal Sözleşme” ve “Emile” aynı yıl Fransa’da yasaklandı, toplatıldı ve halka açık alanlarda yakıldı. Bu olaylardan sonra Rousseau önce Mötiers sonra da St- Pierre’e kaçtı.
David Hume’un daveti üzerine 1766 tarihinde İngiltere’ye geçen Rousseau, 1778 tarihinde Fransa’ya döndü ve Paris’e pek uzak olmayan Ermenoville’e yerleşti.
2 Temmuz 1778 tarihinde sabah gezintisinden dönen Rousseau, şiddetli baş ağrıları içinde, aynı gün hayata gözlerini yumdu.
Birkaç gün önce yapmış olduğu vasiyeti gereğince; Ermenoville’de, Ile de Peuplers mezarlığına 4 Temmuz 1778 yılında defnedildi ki, daha sonra burası, halkın sıkça ziyaret ettiği kutsal bir mekâna dönüştü.
Fransız İhtilalı’nın fikir babalarından biri olup ancak Fransız İhtilalı’nı göremeyen Rousseau, Konvansiyonlar kararıyla, ölümünden on altı yıl sonra, Fransa’nın gelişmesinde ve ilerlemesinde büyük hizmetleri olan sanat, edebiyat, bilim ve din büyüklerinin defnedildiği Panthéon’a, üç gün süren merasimin sonunda, naaşı 11 Ekim 1794 tarihinde nakledildi .
Yukarıda yazıldığı gibi insan eğitimiyle ilgili bütün düşüncelerini, Türkçeye “Emile Ya da Eğitim Üzerine” şeklinde çevrilen ancak 1762 ‘de Amsterdam’daki ilk basımına göre tam olarak “Emile Ya da Cenevreli Bir Yurttaşın Eğitimi” şeklinde de çevrilmesi mümkün olan bu eserinde Rousseau, Emile adında bir gencin, doğuştan getirdiği iyi oluşunu ve doğallığını yitirmeden, yalnız kendisiyle kendisi yarışarak ve kendisini aşarak, kısaca kendine yabancılaşmadan yirmi yaşına kadar nasıl eğitilmesi gerektiğini anlatmaktadır. Kitabın sonlarına doğru, Rousseau, Emile gibi iyi eğitilmiş Sophie adlı genç ve temiz bir kızı evlendirmek üzere Emile ile tanıştırır.
“Emile’”de insanlar için, eğitimin yaşamla başladığını yazan Rousseau, ilk eğitimcinin insanı emziren insanın olduğunu yazmaktadır. Ayrıca, Fransızcada, günümüzde eğitim anlamındaki “éducation” sözcüğü eski zamanlarda “beslenme” anlamında kullanıldığını söylemektedir.
Rousseau’ya göre; yaşamak solumak değil, davranmaktır; organlarımızı, duygularımızı, yetilerimizi, bizi varlığımızın bilincine vardıran kendimizin tüm parçalarını kullanmaktır.
Rousseau bu esrinde; “Bir çocuğun dünyaya geldiğinde büyük insanın yapısına ve gücüne sahip olduğunu, sanki annesinin karnından adamakıllı donatılmış olarak, Pallas’ın (Athena’nın) Jüpiter’in (Zeus’un) kafasından çıktığı gibi çıktığını varsayalım. Bu çocuk-adam tam bir budala, bir robot, hareketsiz ve nerdeyse duyarsız bir heykel olurdu: Hiçbir şey görmez, hiçbir şey işitmez, hiçbir şey tanımazdı, görmeye gereksinimi olacağı şeye doğru gözlerini çevirmezdi; kendisi dışında hiçbir nesneyi fark etmediği gibi, nesneyi kendisine fark ettirecek duyu organına herhangi bir nesneyi bile getiremezdi; renkler gözlerinde, sesler kulaklarında olmaz, dokunacağı vücutları kendi vücudunda hissetmez, hatta bir vücuda sahip olduğunu bile bilemezdi; ellerinin teması beyninde olurdu; tüm duyumları bir noktada bir araya gelir, ancak ortak bir sensorium (bir bütün olarak duyu ve algılama mekanizması) içinde var olurdu; tek bir düşüncesi olurdu, yani tüm duyumlarının yöneleceği bir ben düşüncesi” şeklinde yazmaktadır.
Eserinde sıklıkla tekrar ettiği gibi, Rousseau’ya göre insanın eğitimi doğduğundan itibaren başlar. İnsan konuşmaya ve işitmeye başlamadan önce onlar kendilerini çoktan yetiştirmiştir. Deneylerin derslerden önce geldiğini düşünen yazar, insanın sütannesini tanıdığında, çoktan çok şey kazanmış olduğunu ileri sürüyor. En kaba insan bile doğduğu andan vardığı noktaya dek gelişmesi izlenecek olsa, bilgisin çokluğuna şaşılır. Tüm insan bilimi, biri tüm insanlar için ortak, öteki tüm bilginlere ortak olmak üzere ikiye bölünse, ikinci bölümü birinci bölüme kıyasla çok küçük kalırdı Rousseau’ya göre. “Ama genel olarak edindiklerimizi düşünmeyiz, çünkü bunlar biz üzerinde düşünmeden, hatta akıl yaşından önce (18 yaşından önce) oluşur” .
Zayıf olarak doğan insanın her türlü güce gereksinimi vardır; her şeyden yoksun olarak doğduğundan yardıma ihtiyacı var; aptal olarak doğduğundan düşünme yetisine gereksinimi vardır. Doğduğunda sahip olmadığı ve büyüdüğünde gereksinim duymadığı her şey insana eğitimle verildiğini düşünüyor Rousseau.
“Her şeyin en iyisini yapan doğa, insanı önce böyle yarattı. Ona yaşamını sürdürmesi için gerekli arzuları ve bu arzuları gidermesi için yeterli yetileri derhal verdi. Tüm öteki yetileri, ruhunun derinliklerinde, gerektiğinde burada gelişmek üzere, sanki yedek olarak bıraktı. Ancak bu ilkel durumda güçle arzunun dengesi görülür ve insan mutsuz değildir. Potansiyel yetileri etkin olmaya başlar başlamaz, tüm yetilerin en etkini olan hayal gücü uyanır ve bu potansiyel yetilerin önüne geçer. Gerek iyi gerekse kötü açıdan olasılıkların ölçüsünü bizim için genişleten ve dolayısıyla arzuları, onları gidermemiz umuduyla uyaran ve besleyen, hayal gücüdür” .
İnsan doğal durumuna ne kadar yakın kalmışsa, yetileriyle arzuları arasındaki fark o ölçüde küçüktür, dolayısıyla da mutlu olmaya daha yakındır. Her şeyden yoksun göründüğünde olduğundan daha mutsuz hiç değildir. Çünkü mutsuzluk şeylerden yoksun olmakta değil, kendini hissettiren gereksinimindedir diye yazar Rousseau. Emile’in bir başka sayfasında; mutsuzluğu yok etmek için, gereksinim hislerimizi maddi imkânlarımızı aşmayan sınır içine çekmemizi önerir.
Bir başka anlatımla; gerçek dünyanın sınırlı olduğunu, oysaki düşsel dünyanın sınırsız olduğunu yazan Rousseau, birini genişletemiyorsak, ötekini daraltalım; çünkü bizi gerçekten mutsuz kılan acılar yalnızca bunların farklılığından doğduğunu düşünüyor. “Gücü, sağlığı, kendini bilmeyi ortadan kaldırın, bu yaşamın tüm iyilikleri düşüncede kalır; vücut acılarını ve vicdan acılarını kaldırın; tüm acılarımız düşsel olur. Bu ilke geneldir denecek, kabul ediyorum” diyor Rousseau ve şunu da ekliyor: “Ama uygulaması genel değildir ve burada yalnıza uygulama söz konusudur” .
İnsanlar eğitimlerini üç kaynaktan; doğadan, ya da insanlardan ve şeylerden aldığını belirten yazar bunların “Yetilerimizin ve organlarımızın içsel gelişmesi doğanın eğitimidir; bu gelişmenin bize öğretilen kullanımı da insanların eğitimi, bizi etkileyen nesneler hakkında kendi deneyimimizle edindiğimiz bilgi de şeylerin eğitimi” olduğunu yazmaktadır.
İnsan, savaş tanrısı Minerva’nın Zeus’un kafasından tüm silahlarıyla ve diğer yönlerden de tam donanımlı olarak elbette ki doğmadı. Eğer böyle doğmuş olsaydı en azından ayaklarının üstünde duramazdı. Kendisini ayakta dengede durabilmeyi öğrenmesi için çok zamanın geçmesi gerekirdi, belki bunu denemeye kalkışmazdı; güçlü, gürbüz bu koca vücudun bir taş gibi yerinde kaldığını ya da bir köpek yavrusu gibi yerde sürünüp güçlükle yürüdüğünü görebileceğimizi düşünüyor Rousseau.
İnsan eğitimi konusunda, günümüzde eğitim uzmanlarının önemle vurguladıkları gibi, Rousseau, çocukların erken yaşlarında kesinlikle doğru eğitilmesinin gerekliliğini şöyle anlatıyor: “İnsan yaşamının en tehlikeli dönemi, doğumundan on yaşına kadar geçen zamandır. Yanlışlar ve kötülükler bu zaman dilimi içinde filizlenirler, bunlar yok etmek için de insanın elinde hiçbir şey yoktur; çare ortaya çıktığında ise kökler öyle derinlere inmiş olur ki bunları söküp atmanın zamanı geçmiştir” .
Rousseau, bunu önlemenin çözümünü, yukarıda yazıldığı gibi, çocuğu önce doğanın eğitimine bırakmakta görür: “Doğanın ilk hareketlerinin her zaman doğru olduğunu kaçınılmaz ilke olarak ortaya koyalım: İnsanın yüreğinde doğuştan ahlak bozukluğu hiç yoktur. Nasıl ve nerede yüreğimize girdiğini söyleyemeyeceğimiz tek bir kötülük bulunmaz. İnsanın tek doğal tutkusu kendine olan sevgisi ya da özsaygısıdır” .
O halde çocuğun eğitimi yaşamla birlikte başladığına göre, çocuk daha doğarken eğitim uzmanına değil doğaya bırakılmasını öneren Rousseau, bu düşüncesine “… Öğrenme becerisiyle doğuyoruz, ama hiçbir şey bilmiyoruz. Tamamlanmamış, yarı yarıya oluşmuş organların içinde zincirli olan ruh kendi varlığının bilincinde bile değildir. Yeni doğan çocuğun hareketleri, çığlıkları, bilgiden ve iradeden yoksun, mekanik sonuçlardır” .
J.-J. Rousseau’ya göre doğanın eğitimine teslim edilmiş çocuk; vücudu kadar saf olan yüreği ne hileyi ne kötülüğü bilir; kınamalar, küçümsemeler onu hiçbir zaman alçaltmamıştır: Masumluğun tüm ölçüsüzlüğü içindedir, kaygısızca saftır; aldatmanın neye yaradığını henüz bilmez. Ruhunda hiçbir etkinlik olmaz ki bunu ağzı ya da gözleri açığa vurmasın; çoğu zaman duygularını da ondan önce eğitmeni yaşamalıdır. Çünkü ekmeden önce toprağı sürmek gerekir: Erdemin tohumu güç çıkar topraktan, güç biter, kök sağlamasını sağlamak için uzun hazırlıklara gereksinim vardır.
Çocuğun vücudunu, organlarını, duygularını, gücünü çalıştırmamızı öneren J.-J. Rousseau ruhunu olabildiğince uzun süre iş görmez, boş durumda bırakmamızı öneriyor. “Duygularını değerlendiren düşünme yetisinin gelişmesinden önceki tüm duygulardan korkun. Yabancı izlenimleri tutun, durdurun ve kötülüğün doğmasını engellemek için iyilik yapmakta acele etmeyin; çünkü çocuk hiçbir zaman aklın aydınlattığı bir halde değildir. Geçen zamana avantaj gözüyle bakın; hedefe doğru hiçbir şey kaybetmeden ilerlemek çok şey kazanmak demektir; çocukluğu çocukların içinde ölmeye bırakın: Bir ders almaları mı gerekiyor, bu ders tehlikesizce yarına kadar erteleyebilirsiniz, bugün vermekten sakının.”
Doğal saflığı içinde büyümüş ve aynı saflık içinde beş duyusu ve aklı dâhil, diğer bedensel potansiyelini doğal olarak geliştirmesi öğretilerek büyütülen çocuk ile kendisinin başkaları tarafından yönlendirilerek büyülten, başka bir anlatımla beden ve ruh olarak başkaları tarafından şekillendirerek büyütülen çocuk arasında ki farkı Rousseau: “İnsanın dünyaya gelişi (konusunda) hepimiz bu noktadan aynı şekilde yola çıkıyoruz, ama ben doğayı geliştirmek, siz de onu bozmak için ilerledikçe, o ölçüde birbirimizden uzaklaşıyoruz. Benim öğrencim altı yaşındayken, bozmak için zaman bulamadığınız sizin öğrencilerinizden pek az farklıydı: Şimdi hiç benzer yanları yok ve benim öğrencim yetişkinlik yaşına yaklaşıyor; eğer tüm emeklerim boşuna gitmemişse, bu yaş onu herhalde büsbütün farklı bir şekilde gösterecektir. Her iki tarafın da kazancı belki oldukça eşittir, ama kazanılmış şeyler hiç birbirine benzemezler. Birinde yüce duygular olduğunu, ötekilerinde ise bu duyguların en ufak bir tohumu bile bulunmadığını görmek sizi şaşırtır. Ama şunu da düşünün ki Emile daha felsefenin ne olduğunu bilmezken, hatta Tanrı’dan söz edildiğini bile duymamışken, ötekiler şimdiden filozof ya da tanrıbilimci olmuşlardır.” Şeklinde anlatmaktadır.
Yukarıda ki alıntıdan da anlaşılacağı gibi, soyutlama yapabilme özelliğini henüz sahip olamayan çocuklara, bu yazıda ilerdeki sayfalarda geniş olarak anlatılacağı gibi, şimdilik anlayamayacakları için Tanrı, özgürlük, felsefe vs. gibi soyut varlıkları, haklı olarak anlatmamak gerektiğin yazmaktadır.
Rousseau’nun eğitimde öncelik verdiği doğal eğitimden, Leonardo de Vinci’nin kendisinde uyguladığı; beş duyu, akıl ve diğer ruhsal ve bedensel potansiyellerini en üst noktaya kadar taşıyacak şekilde geliştirmeye çalışması gibi , insanın doğuştan doğal olarak kendisiyle beraber getirdiği tüm potansiyellerine yabancılaşmadan onları tepe noktasına kadar geliştirmeyi anladığını yazmak mümkündür.
İnsanların eğitimi konusunda, Rousseau’nun anlatımıyla şeylerden esinlenme konusuna gelince; o, eğiteceği çocuklara doğadan başka öğretmeni ve nesnelerden başka model olmasını istemediğini yazmaktadır. Rousseau çocukların önlerinde nesneyi temsil eden kâğıdın değil, o nesnenin aslının bulunmasını, bir eve bakarak bir ev, bir ağaca bakarak bir ağaç, bir insana bakarak bir insan resmi yapmasını istiyor; burada amacı cisimleri ve onların görünüşlerini iyi gözlemlemeye alışması, yanlış ve saymaca taklitleri gerçek taklitlerinden ayırmayı öğrenmesidir. Ayrıca, çocukların nesneleri ayırt etmeye başlar başlamaz, kendilerine gösterilenler içinde bir seçim yapmasının önemli olduğunu vurgulayan yazar, tüm yeni nesnelerin insanın ilgisini çektiğini yazıyor. İnsan, kendisinin tanımadığı her şeyden korkar: Yeni nesneleri, onlardan etkilenmeden görme alışkanlığı bu korkuyu giderdiğini düşünmektedir. Örümcek derdi olmayan temiz evlerde yetiştirilmiş çocuklar örümcekten korkarlar ve bu korku çoğu zaman büyüdüklerinde de geçmez. Rousseau, örümcekten korkan ne erkek, ne kadın ne de çocuk, hiç köylü görmediğini yazmaktadır. Öyleyse, mademki bir çocuğa gösterilen nesnelerin yalnızca seçimi bile onu cesur kılıyor, bu çocuğun eğitimi neden konuşmadan, işitmeden önce başlamasın ki? Diye haklı olarak soruyor. O, onun yeni nesneler, çirkin, iğrenç, tuhaf hayvanlar görmeye alıştırılmasını istiyor; ama bu, yavaş yavaş uzaktan, alışıncaya kadar sürmeli diye ekliyor. Onları başkalarının ellediğini göre göre sonunda o da eller. Çocukluğunda kurbağa, yılan, ıstakoz görmekten korkmamışsa, büyüdüğünde, hangi hayvan olursa olsun, onu görmekten korkmayacağını ileri sürmektedir .
Ayrıca, belleğinin ve hayal gücünün henüz etkin olmadığı yaşamın başlangıcında, çocuk yalnızca duyularını etkileyen şeye karşı dikkatli olduğunu yazan Rousseau, duyumları bilgisinin ilk gereçleri olduğundan bilgileri ona uygun bir düzen içinde vermek, belleğinin bunları bir gün aynı düzen içinde idrak gücüne aktarmasını sağlamak demek olduğunu ileri sürmektedir. Ama çocuk yalnızca duyumlarına karşı dikkatli olduğu için, önce aynı duyumların bunlara yol açan nesnelerle ilişkisini çok belirgin olarak ona göstermek gerektiğin yazar.
Çocuk, bu yaşlarda her şeye dokunmak ister, her şeyi eline almak ister. Onun bu merakına karşı çıkmamak gerekir. Çünkü bu merak ona çok gerekli bir çıraklık duygusunu esinler. Cisimlerin sıcaklığını, soğukluğunu, sertliğini, yumuşaklığını, ağırlığını, hafifliğini hissetmeyi, bunların büyüklüğünü, şeklini ve tüm ayırt edilebilir niteliklerini değerlendirmeyi, bakarak, elle dokunarak, dinleyerek, özellikle de görmeyi dokunmayla karşılaştırarak parmaklarıyla hissedeceği duyumu gözüyle kestirerek öğrenir.
Rousseau, “Emile” adlı eserinde, eğitimin asıl amacının çocuğa çok şey öğretmek değil, kafasına yalnızca doğru ve açık düşüncelerinin girmesine izin vermek olduğunu yazmaktadır. Ayrıca, hiçbir şeyi bilmesinin o’nun için pek önemi yoktur, yeter ki yanılmasın; çocuğun kafasına gerçekleri yalnızca bunların yerine öğreneceği yanlışlardan korumak için verilmesini öneriyor.
Akıl ve yargının da yavaş yavaş geldiğini fakat önyargıların koşar adımla geldiğini düşünen yazar, çocuğu, aslında bu önyargılardan korumak gerektiğini düşünüyor.
İlk eğitimin tümüyle olumsuz olmasına salık veren Rousseau; erdemi ve gerçeği öğretmek değil, yüreği kötülüğe karşı, zihni yanlışlığa karşı korumak üzerinde yoğunlaşmanın doğru olduğunu ileri sürüyor. “Eğer hiçbir şey yapmamak, hiçbir şeyin yapılmasına da izin vermemek elinizde ise; öğrencinizi daha sağ elini sol elinden ayıramadan sağlıklı ve sağlam olarak on iki yaşına kadar götürebiliyorsanız, ilk derslerinizden itibaren, idrak gücü akla açık olacaktır; henüz önyargısız ve alışkanlık kazanmamış olduğundan, emeklerinizi boşa çıkaracak hiçbir şey bulunmayacaktır. Yakında elinizde insanların en bilgesi olacak ve hiçbir şey yapmamakla bir eğitim harikası yaratmış olacaksınız. Alışkıların tersini yaparsanız neredeyse her zaman iyisini yapmış olursunuz” .
İyi ile kötüyü tanımamızı bize yalnızca akıl öğretir. İyiliği sevip kötülükten nefret etme bilinci de, dolayısıyla, akıldan bağımsız olmasına karşın, akılsız gelişemediğini yazan Rousseau’ya göre “Olgunlaşmadan önce bilmeden iyilik ve kötülük yaparız; ahlak düşüncesi de başkalarının bizimle ilgili duygusunda kimi zaman olsa da, bizim eylemlerimizde hiç yoktur. Bir çocuk gördüğü her şeyi kırar, parçalar; bir kuşu, tıpkı bir taşı tutup sıkıyormuş gibi tutup sıkar ve ne yaptığını bilmeden onu boğar” .
Çocukların tam bir serbestlik içinde haşarılık yapmalarına izin verirken, bu haşarılıkları pahalıya mal edecek her şeyi onlardan uzaklaştırmak ve elleri altında nazik ya da değerli hiçbir şeyi bırakmamanın uygun olduğunu düşünen Rousseau; “Odaları kaba ve sağlam mobilyalarla döşenmiş olmalı: Hiçbir ayna, porselen eşya, lüks eşya bulunmamalıdır. Köyde yetiştirdiğim Emile’ime gelince, onun odasında bir köylü odasından farklı hiçbir şey olmayacaktır” şeklinde düşünüyor ve ekliyor; “Aldığımız önlemlere karşın çocuğunuz düzeni bozan bir şey yapmışsa, yararlı bir eşyayı kırmışsa, onu kendi ihmalinizden dolayı cezalandırmayın, hiç azarlamayın, bir tek kınama sözü işitmesin, sizi üzdüğünü birazcık bile olsa görmesine izin vermeyin, özellikle de o eşya kendiliğinden kırılmış gibi davranın; çok şey yapmış olduğunuza inanın” .
Doğuştan meraklı tüm çocuklara, bu meraklarının süreklilik kazanabilmesi için onlara daima merak edebilecekleri soruları sorulmasını isteyen Rousseau’ya göre; “…ona şöyle söyleyin: ‘Güneşin dün akşam buradan battığını, bu sabah da buradan doğduğunu düşünüyorum; bu nasıl olabilir?’ Başka bir şey eklemeyin. Size sorular sorarsa, yanıt vermeyin; başka şeyden söz edin. Onu kendisiyle baş başa bırakın ve bu konuyu düşüneceğinden emin olun… Güneşin battığı yerden doğduğu yere nasıl geldiğini bilmiyorsa, en azından doğduğu yerden battığı yere nasıl geldiğini bilir; bunu ona öğreten yalnızca gözlerdir. Öyleyse birinci soruyu ötekiyle açıklığa kavuşturun: Ya öğrencininiz budaladır ya da bu benzerlik onun gözünden kaçmayacak kadar açıktır. İşte onun aldığı ilk kozmografya dersi budur” .
Doğal olarak, kendilerine yabacılaşmadan kendileri olmaları için iyi eğitmeye çalıştığımız çocukların gelişmeleri için, onlara başkalarıyla değil, kendileriyle yarışmaları gerektiğini ileri süren Rousseau bu konuda şöyle yazıyor: “… Zaten düşünce yürütmeye başlar başlamaz, hiçbir zaman başka çocuklarla kıyaslamayın, yarışlarda bile rakip olmamalı: Ben yalnızca kıskançlık ya da gurur yüzünden öğrenmektense, hiçbir şey öğrenmemesini yeğlerim. Ancak her yıl göstereceği ilerlemeleri kaydedip, gelecek yıl yapacaklarıyla kıyaslarım. Ona derim ki; ‘Şu kadar milimetre büyüdünüz, işte atladığınız hendek, taşıdığınız yük, taş attığınız uzaklık, bir solukta geçtiğiniz koşu alanı, bütün bunlar geride kaldı; bakalım şimdi ne yapacaksınız’. Kimseye karşı kıskançlık duymasına meydan vermeden onu böylece kışkırtırım; Kendini aşmak isteyecektir, bunu yapmaya mecburdur. Kendi kendisine rakibi olmasında hiçbir sakına görmüyorum.”
Ezberciliğe de karşı olan Rousseau; çocuklara hiçbir şeyin hiçbir zaman ezbere öğretilmemesini, masalları, o ne kadar doğal olan La Fontaine masallarını bile ezberletilmemesi gerektiğini yazıyor, çünkü tarihteki sözcükler nasıl tarih değilse, masallardaki sözcükler de masal değildir. Masallar büyük insanlara ders verebilir, ama çocuklara gerçeği açıkça söylemek gerekir, gerçeğin üstünü bir örtüyle kapatırsanız, çocuklar artık bu örtüyü kaldırmak zahmetine katlanmazlar.
Çocuk, hiçbir şey söylemeden, çaba sarf ederek elini uzattığında, mesafesini kestiremediği için nesneye eriştiğini sanır ama Rousseau’ya göre o yanılmaktadır. Elini uzatarak yakınıp bağırdığında ise artık mesafe konusunda yanılmaz, ya nesneye yaklaştırılmasını ya da size onu getirmenizi buyurmaktadır. Birinci durumda onu duymuyormuş gibi yapılmasını, ne kadar çok bağırırsa o kadar az işitmemelisini öneren Rousseau, onu ne insanlara –çünkü onların efendisi değildir- ne de kendisini hiç duymayan nesnelere buyurmamaya erkenden alıştırmak önemlidir diye yazıyor ve devam ediyor; “örneğin çocuk gördüğü bir şeyi istiyorsa ve bu da ona verilebilir bir şeyse, o zaman bu şeyi çocuğa getirmektense çocuğu ona götürmek daha doğru olur: O, bu yaşına bir sonuç çıkarır ve bu sonucu ona esinlemenin başka hiçbir yolu yoktur” .
O halde, Rousseau’ya göre: “Doğaya boyun eğelim; o zaman nasıl bir tatlılıkla egemen olduğunu ve onu dinledikten sonra, kendi kendimizin iyi bir tanığı olmanın nasıl çekici olduğunu anlarız. Kötü insan kendinden korkar kendinden kaçar; kendini kendi dışına atmaktan sevinç duyar; çevresinde kaygılı bakışlar atarak eğlenecek bir nesne arar; acı bir yergisi, onur kırıcı bir alayı yoksa her zaman üzgündür; alaya gülüş onun tek zevkidir. Tersine, adaletli, doğru bir insanın dinginliğini içseldir; gülüşü kesinlikle kötülüğünden değil, neşesinden gelir; kaynağını içinde taşır; yalnızken ne kadar neşeli ise bir topluluk içinde öyledir. Hoşnutluğunu kendisine yaklaşanlardan sağlamaz, bunu ona iletir” .
Rousseau, taklit edilecek nesnelerin seçiminde her zaman doğayı örnek aldığını, heveslerinde ona öncelik verdiğini, zevkleri konusunda her zaman ona danıştığını yemeklerinde her zaman onun en güzel hazırladığı ve sofrasına gelinceye kadar en az elden geçen yemekleri istediğini yazmaktadır. Çünkü bu işlem, hile katılarak taklitlerinin yapılmasını önlediğini ve bundan ayrıca zevk almaya baktığın yazar.
“Benim öğrencime ya da daha doğrusu, doğanın öğrencisine gelince, olabildiğince kendi kendine yetmeye erkenden çalışmış olduğu için, durmadan başkalarına başvurmaya alışkın olmadığı gibi onlara da o kadar bilgiçlik taslamaz. Buna karşılık, yargılar, öngörür, doğrudan doğruya kendisi ile ilgili her konuda akıl yürütür… O, erkenden büyük bir deneyim kazanır, derslerini insanlardan değil doğadan alır; hiçbir yerde kendisini eğitme niyeti görmedikçe kendini o ölçüde iyi eğitir. Böylece bedeni ve ruhu aynı zamanda çalışır. Bir başkasının düşüncesine göre, daima kendi düşüncesine göre davrandığı için sürekli olarak iki işi bir arada yapar. Kendisini güçlendirip gürbüzleştirdiği ölçüde sağduyulu, aklı başında olur…
“Genç öğretmen” diyor Rousseau, “size güç bir sanat öğütlüyorum; bu, ders vermeden yönetmek ve hiçbir şey yapmadan her şeyi yapmak sanatıdır” . Bunun için her konuda işi doğaya bırakalım diyor Rousseau. “Çünkü doğanın tek başına yapmaktan hoşlandığı ve insan işe karışmak istediğinde ise yapmaktan vazgeçtiği işler vardır. Doğanın insanı her zaman hazır durumdadır: Bırakalım onu ustası aşılasın; usta bunun zamanını bizden daha iyi seçecektir.”
“Emile” de, başka bir sayfasında; “… Öğrencinizin zekâsını geliştirmek istiyorsanız, bu zekânın yönetmesi gereken gücü geliştirin. Onun vücuduna sürekli idman yaptırın, onu bilge ve mantılı kılmak için güçlü kuvvetli ve sağlıklı yapın; çalışsın, harekete geçsin, koşsun, hep hareket içinde olsun; gücüyle adam olursa, yakında aklıyla da adam olacaktır” diyor ve ekliyor; “Eğer çocuğa git, gel, kal, bunu yap, şunu yapma diyerek durmadan yönetirseniz, onu alıklaştırırsınız; çocuğun kollarını kendi kafanızla yönetirseniz, kafası gereksiz olur .“
Biz insanlara her zaman insan olmamızı öğütleyen Rousseau, her durumda, her yaşta, insana yabancı olmayan her şeyde insan olunması gerektiğini, çünkü bunun dışında başka bir bilgelik olmadığını yazmaktadır.
Çocukları eğitirken de bu bilgelik doğrultusunda onlara kötülük yapmasını yasaklamak yerine onlara kötülük yapmasını engellemek gerektiğini savunmaktadır.
Vicdanı ruhun, tutkuları da bedenin sesine benzeten Rousseau, çoğu zaman bu iki sesin çelişki durumunda olmaları şaşılacak bir şey midir? Diye soruyor. “Eğer öyleyse hangisini dinlemek gerekir? Akıl bizi çok aldatır; onu dinlememeye fazlasıyla hakkımız vardır diyor; ama vicdanın insanı asla aldatmadığını ekliyor. O, insanın gerçek rehberidir; içgüdü bedene göre ne ise, vicdan da ruha göre odur. Vicdanın sesini dinleyen kimse doğaya boyun eğer ve doğru yoldan çıkarım diye korkmaz.”
Çocuk eğitiminde onların cesaretini kırmak yerine tam tersine onları cesaretlendirmek, ruhlarını yüceltmek için hiçbir şeyi esirgememek gerekir diye yazan Rousseau; “size erişmeleri için onlara kendinizi eşit yapın; henüz sizin düzeyinize yükselemiyorlarsa, siz utanç, tedirginlik duymadan onların düzeyine inin. Şerefinizin artık sizin değil, öğrencinizin içinde olduğunu düşünün, düzeltmek üzere yanlışlarını paylaşın. Utancını siz üstlenerek yok edin: Ordusunun kaçtığını gören, ama onu yeniden bir araya getiremeyince, askerlerin başına geçip, onlar kaçmıyorlar, komutanlarını izliyorlar, diye bağıran o cesur Romalı general gibi yapın.”
Çocukları eğitirken onların bir taraftan birey olmalarını sağlarken diğer taraftan sosyalleşmelerini de göz ardı etmemek gerekir. Çünkü insan doğuştan zayıftır, güçsüzdür. Onlar sosyalleştikçe soy olarak zayıflıklarından kurtulur ve büyük bir güce kavuşurlar. “Yüreklerimizi insanlığa iten, ortak sefilliklerimizdir. İnsan olmasaydık insanlığa hiçbir borcumuz olmazdı. Her türlü bağlılık bir yetersizlik göstergesidir. Başkalarına hiç gereksinim duymasaydık, onlarla birleşmeyi hiç düşünmezdik. O narın mutluluğumuz tam da bu zayıflığımızdan doğuyor. Gerçekten mutlu bir varlık yalnız bir varlıktır: Mutlak mutluluğu tadan yalnızca Tanrı’dır; ama bunu hangimiz düşünürüz? Eğer eksikleri olan bir varlık kendi kendine yeterli olmuş olsaydı, bize kıyasla neden tad alırdı? Yalnız kalır, sefil olurdu. Hiçbir şeye gereksinimi olmayan bir kimsenin bir şeyi sevebileceğini düşünemiyorum: Hiçbir şeyi sevmeyen bir kimsenin de mutlu olabileceğini düşünemiyorum.”
Ayrıca her bir insanın tüm gereksinimlerini karşılayabilmek için on çeşit iş yapması gerekir olduğunu yazan Rousseau, “… Zekâ ve yetenek farkı yüzünden kimisi bu işlerden birinde daha başarılıyken, bir başkası bir diğer işte daha başarılıdır. Farklı yetenekleri olan her biri aynı şeyleri yaptığında iyi yardımlaşmış olmayacaklardır. Bu on insanla bir toplum oluşturalım ve her biri kendisi ve öteki dokuz kişi için yapabileceği en uygun işle uğraşsın; her biri, sanki tek başına tüm bu yeteneklere sahipmiş gibi ötekilerin yeteneklerinden yararlanacaklardır; her biri sürekli çalışarak yeteneğini geliştirecek ve bu on kişi de, gayet iyi donanmış olarak, başkalarına verebilecekleri gereğinden çok şeye sahip olacaktır. İşte tüm kurumlarımızın açıkça ortada olan ilkesi budur” şeklinde sosyalleşme konudaki düşüncesini anlatıyor.
Rousseau’nun Emile’i hep tek başına kalmak için gelmemiştir. “Toplumun bir üyesi olarak, topluma karşı görevlerini yerine getirmelidir. İnsanlarla birlikte yaşamak için yaratıldığına göre de, insanları tanımalıdır. O genel olarak insanı tanıyor; geriye bireyleri de tanıması kalıyor. Dünyada neler yapıldığını biliyor, dünyada nasıl yaşadığını da bilmesi gerekiyor.”
Ruhları incelemekle işe başlayıp, sonra maddelerin incelenmesine geçilmesini isteyen İngiliz filozofu Locke’u eleştiren Rousseau ona bu konuda şu cevabı veriyor: “Bu yöntem boş inancın, önyargıların, yanlışın yöntemidir; ne aklın ne de o pek düzenli doğanın yöntemidir. Bu, görmeyi öğrenmek için gözleri kapatmak demektir. Ruhlar hakkında gerçek bir fikir sahibi olmak ve var olabildiklerini düşünmek için maddeleri uzun süre incelemiş olmak gerekir. Bunun tersini yapmak, ancak materyalizmi kurmaya yarar.
Duyularımız bilgilerimizin ilk araçlarıdır. Maddesel ve algılanabilir varlıklar, haklarında hemen bir fikir sahibi olduğumuz tek varlıklardır. Felsefeyle uğraşmamış bir kimse için ruh sözcüğünün hiçbir anlamı yoktur. Halkın ve çocukları gözünde ruh yalnızca bir cisimdir.” Ayrıca “Genel ve soyut fikirler insanların en büyük yanlışlarının kaynağıdır; metafiziğin anlaşılmaz, bozuk dili hiçbir zaman tek bir gerçeği bile kestiremedi ve felsefeyi saçma sapan şeylerle doldurdu” şeklinde ekleme yapıyor Rousseau.
Her filozof gibi “gerçek”i seven ve onu arayan ama tanıyamayan Rousseau; onu kendisine gösterilmesini ve ona bağlı kalmayı istiyor. “ona tapmak için yaratılmış bir yüreğin arzusundan neden kaçıyor?” Diye de soruyor.
Bu bağlamda “Tanrı’ya yüreğimin tüm yalınlığıyla ibadet ediyorum. Yalnızca tuttuğum yol için önemli olan şeyleri öğrenmeye çalışıyorum. Ne eylemler ne de ahlak üzerinde etkisi olan, ama birçok insanı da bunaltan dogmaları kendime hiç tasa etmiyorum. Tüm kendine özgü dinlerle, her ülkede Tanrı’nın herkese açık bir ibadet yöntemiyle aynı biçimde kutsanmasını isteyen ve tüm iklimine, yönetimine ve yerine göre birini ötekine yeğ tutmak için yerel bir nedeni bulunan, esenlik yanlısı kurumlar gözüyle bakıyorum. Tanrı’ya, ona yaraşır biçimde ibadet etmeleri koşuluyla tüm dinlerin iyi olduklarına inanıyorum. Asıl ibadet yürekten yapılan ibadettir. Tanrı, ne şekilde yapılırsa yapılsın, içtenlikle ise, kendisine yapılan bu ibadeti reddetmez.”
O yüce Varlık’ın görkemine, varlığına, yaratıcısıyla ilgili çok az şeyi kavrayan insan zihnin yetersizliğine inan yazar “… O en üst zekâ karşısında aklımı yok etmeye çalışıyorum. Kendi kendime şöyle diyorum: ‘ O sonsuz gücü ölçmek için sen kim oluyorsun? Ayinle ilgili sözleri saygıyla söylüyor ve doğruluklarına tüm inancımla katılıyorum. O anlaşılmayan giz ne olursa olsun, yargı gününde bu gize bir gün saygısızlık ettiğim için cezalandırılmaktan korkmuyorum.”
Rousseau, dinsel töreni dinle karıştırılmamasını istiyor ve din konusunda şöyle düşünüyor: “Tanrı’nın istediği ibadet, yüreğin ibadetidir; bu da içtenlikli olduğunda, her zaman tek biçimdir. Tanrı’nın rahibin giyisisinin şekline, söylediği sözcüklerin düzenine, sunak başında yaptığı hareketlere ve diz çökmelerine çok büyük önem verdiğini düşünmek pek çılgınca bir kuruntudur. Hey, dostum! Dimdik ayakta dur; her zaman toprağa yeterince yakın olacaksın. Tanrı kendine düşüncede ve gerçekte ibadet edilmesini ister. Bu tüm dinlerin, tüm insanların görevidir. Dıştan ibadete gelince, bunun düzen adına tek biçimli olması gerekir, ancak burada yalnızca bir disiplin işi söz konusudur ve vahye gerek yoktur.”
J.- J. Rousseau’ya göre “Tanrı bir insandan yapmasını istediği şeyi ona başka bir insan aracılığıyla söylemez, kendisi söyler, kendisi bunu onun yüreğinin derinliklerine yazar.”
İnsanlara Tanrı’nın kendisine nasıl ibadet edilmesini istediğini öğretmek için bir vahiy gerektiğinin söylendiğini, kanıt olarak da, insanların ortaya koydukları tuhaf ibadet usullerinin çeşitliliğinin belirtildiğini ileri süren Rousseau, bu görüşe şöyle itiraz: “ama bu çeşitliliğin de vahiylerin fantezisinden ileri geldiği görülmüyor. Uluslar Tanrı’yı konuşturmayı düşündüklerinde, her biri onu kendine göre konuşturdu ve ona istediğini söyletti. Yalnızca Tanrı’nın insanların yüreğine söyledikleri dinlenmiş olsaydı, o zaman dünyada bir dinden başka din olmazdı.”
Yazar, tüm dinlerin en iyisi kesinlikle en açık olanı olduğunu, çünkü kabul etmeye çağırdığı dini gizlerle, çelişkilerle dolduran kişi bu çağrısıyla bile insana dinine güvenmemesini öğretmiş olduğunu düşünüyor ve ekliyor: “Benim taptığım Tanrı karanlıklar, belirsizlikler içinde yüzen bir Tanrı değildir; o, bana bir anlama gücü verip de onu kullanmamı yasaklamadı; bana aklıma boyun eğdirmek, bu aklın yaratıcısına hakaret etmek demektir. Gerçeğin elçisi aklımı baskı altında tutmaz, onu aydınlatır.”
Rousseau, kendisine Tanrı’nın ne olduğunun sorulduğunda bunun anlatılmasının kolay olmadığını yazıyor ve şunu ekliyor “Tanrı’yı ne duyabilir ne görebilir ne de ona dokunabiliriz. Onu ancak yapıtlarıyla tanırız. Ne olduğu konusunda bir kanıya varmak için, yaptıklarını öğrenmeyi bekleyin.”
Emile’in bir başka yerinde Rousseau “Bununla birlikte, rastgele seçilmiş matbaa harflerinin Aeneis ( Latin şairi Vergilius’un ünlü destanı ) destanın tümüyle düzenli bir şekilde meydana getirdiğini birileri gelip bana söylese, bu yalanı doğrulamak için bir adım bile atmaya tenezzül etmezdim” şeklinde yazıyor.
“Doğa, düzeni kurmakla yetinmemiş, bu düzenin bozulmaması için kesin önlemlerin de almış” olduğunu düşünen Rousseau tüm kitapları kapadığını; ama tüm gözlere açık tek bir kitap, doğanın kitabın ortada durduğunu yazıyor: “İşte, bu büyük ve yüce kitaptan öğreniyorum onun tanrısal yaratıcısına ibadet etmeyi, tapmayı. Hiç kimse bu kitabı okumadığı için bağışlanamaz, çünkü bu kitap tüm insanlara tüm zihinlerin anlayabileceği bir dille sesleniyor. Issız bir adada doğmuş olsaydım, kendimden başka insan görmemiş olsaydım, daha önce dünyanın bir köşesinde olup bitenleri hiçbir zaman öğrenmemiş olsaydım, aklımı çalıştırıp geliştirerek, Tanrı’nın bana vermiş olduğu dolaysız yetileri iyi kullanarak kendiliğimden onu tanımayı, sevmeyi, onun yapıtlarını sevmeyi, onun istediği iyiliği istemeyi ve onu hoşnut kılmak için dünyadaki, tüm görevlerini yerine getirmeyi öğrenirdim. İnsanların tüm bilgileri bana bundan başka ne öğretebilir ki?” .
Rousseau, özellikle bağnazlığın egemen olduğu toplumlarda bir insanın kendisi olması, iyi ve doğruyu bulmasının zor, belki de çoğu insanlar için imkânsız olduğunu düşünüyor. “Çünkü karanlık fikirlere inanmak bağnazlığın ilk kaynağıdır; saçma şeylere inanmak istemek de çılgınlığa ya da İnançsızlığa götürür. Bizim din dersi kitaplarımızın en çok nereye, dinsizliğe mi, yoksa bağnazlığa mı yönlendirdiklerini bilmiyorum, ama zorunlu olarak dinsiz ya da bağnaz yaptıklarını pekâlâ biliyorum.” Bu nedenledir ki Rousseau çocuklara mümkünse dinle ilgili hiçbir şeyin anlatılmamasını, hatta duaların bile ezberletilmemsini istiyor.
Tanrı’ya karşı en büyük hakareti, onu hiç düşünmemek de değil onun hakkında kötü düşüncede gören yazar, cehennemi de bu dünyada kötülerin yüreğinde olduğunu düşünmektedir. Ayrıca o, Tanrı’nın ilksiz ve sonsuz olduğunu, ama kendi zihnin ilksizlik ve sonsuzluk fikrini kavrayamadığını ekliyor.Savunacak hiçbir sistemi, hiçbir partiye karşı aşırı düşkünlüğü olmayan ve hiçbir mezhep reisliği onuruna erişmeye can atmayan, Tanrı’nın koyduğu yerde bulunmaktan mutlu olan, sade ve doğru adam olduğunu ileri süren J.- J. Rousseau, kendi türünden daha iyi hiçbir şey görmüyor ve varlıklar içindeki yerini seçmek zorunda kalsaydı, tekrar insan olmayı seçeceğini yazıyor.
İyiliksever Tanrı’ya, ilk saygısını sunan Rousseau, o üstün güce tapıyor ve iyiliklerini heyecanla karşılıyor. Bu tapmanın kendisine öğretilmesine gereksinim duymadığını ifade eden yazar, tapınmayı doğanın kendisi tarafından ona esin kaynağı olarak verildiğini düşünmektedir.
Rousseau’ya göre: “İyi insan her şeye göre kendini düzenler, kötü insan ise her şeyi kendine göre düzenler. Kötü insan kendini her şeyin merkezi yapar, iyi insan yarıçapını ölçer ve çember üzerinde kalır. O zaman, Tanrı’yı oluşturan ortak merkeze ve varlıkları oluşturan tüm tek merkezli dairelere göre kendini düzenlemiş demektir. Eğer Tanrı yoksa yalnızca kötüler akıllı, yalnızca iyiler akılsız olurdu.”
Artık içinde yalnızca iyilik isteyen, iyilik yapan ve isteklerinin isteklerine uyması ve özgürlüğünü iyi kullanması sayesinde kendisine de iyilik yapan o büyük Varlık’ın eserini ve aletini hissettiğini ifade etmektedir yazar.
Rousseau, insanlara her zaman erdemi öğütleyeceğini, onları her zaman iyilik yapmaya çağıracağını, elinden geldiğince de örnek olacağını yazıyor ve şunu ekliyor: “Onlara dini sevdirmek bana bağlı olmayacak; gerçekten yararlı ve her insanın inanmak zorunda olduğu dogmalara olan inançlarını güçlendirmeyeceğim: Ama bağnazlık gibi acımasız bir dogmayı onlara öğütlemekten ve onlara başkalarından nefret etmeye özendirmekten ve onlara, ‘siz cehennem azabına uğrayacaksınız’ demekten Tanrı beni korusun.”
Hiçbir zaman düşüncelerini öğretmeyen yalnızca açıklayan yazar maddenin ister ilksiz ve sonsuz olsun, ister yaratılmış, edilgen bir ilke olsun ya da olmasın, şurası kesin ki bütün tektir ve tek bir zekânın varlığını bildirdiğini, çünkü aynı sistem içinde düzenlenmemiş olan ve aynı amaca, yani kurulu düzen içinde bütünü korumaya yardım etmeyen hiçbir şey görmediğini ifade eden Rousseau, isteyen ve yapabilen bu varlık, kendiliğinden etkin olan bu Varlık, kısacası, kim olursa olsun, evreni hareket ettiren ve şeyleri düzenleyen bu varlığa Tanrı adını vermektedir. Bir araya getirmiş olduğu zekâ, güç, irade fikirlerini ve bunarı zorunlu devamı olan iyilik fikrini bu ada katıyor. Ama kendisine bu adı veren Varlık’ı yine de iyi tanımadığını, O’nun hem duyumlarından hem de aklından gizlendiğini düşünüyor yazar. O’nu ne kadar çok düşünürse, o ölçüde kendisini şaşırttığını düşünen Rousseau, O’nun var olduğunu ve kendiliğinden var olduğunu çok kesin olarak bildiğini ileri sürüyor ve şunu ekliyor; “varlığımın onun (O’nun) varlığına bağlı olduğunu ve tanıdığım tüm şeylerin de aynı şekilde onun varlığına bağlı olduklarını biliyorum. Tanrı’yı yapıtlarında, her yerde görüyorum; ama ne zaman onu kendi içinde hayranlıkla seyretmek istesem, ne zaman nerede ve ne olduğunu, tözünün ne olduğunu aramak istesem, benden kaçıyor ve karışmış olan zihnim artık hiçbir şey görmüyor.”
İlk derslerinde öğrencisine dinden hiç söz etmemiş olmasından kim bilir kaç okurun şaşacağını düşünen Rousseau, öğrencisinin, on beş yaşında iken bir ruha sahip olduğunu bilmediğini, belki on sekiz yaşında da bunu öğrenmesinin zamanı henüz gelmemiş olabileceğini yazmaktadır. Çünkü o (öğrenci), gerektiğinden daha önce dini öğrenirse, hiçbir zaman öğrenmeme tehlikesiyle karşı karşıya kalacağını düşünmektedir.
Rousseau, diğer dinlerde olduğu gibi, Hıristiyanlık din dersi kitaplarında da çocuklara sorulan ilk sorunun ve alınan cevabın şöyle olduğunu yazıyor: “Sizi kim yarattı ve dünyaya getirdi? Bu soruya küçük kız, bunun annesi olduğuna pekâlâ inandığı halde, duraksamadan Tanrı diye yanıt verir. Burada anladığı tek şey, anlamadığı bir soruya hiç anlamadığı bir yanıt vermiş olduğudur.”
“Can sıkıcı bir budalalığı betimlemem gerekseydi, çocuklarıma din dersi veren bir bilgici betimlerdim. Bir çocuğu deli yapmak isteseydim, onu öğrendiği din bilgisini ezbere yineleyip anlatırken, söylediklerini açıklama zorunda bırakırdım. Hıristiyanlığın dogmalarının birçoğu birer giz olduğuna göre, insan aklının bunları anlayabilecek duruma gelmesini beklemek çocuğun yetişkin olmasını beklemek değil, yetişkin olmamasın beklemektir, diye bana karşı çıkılacaktır. Buna, ben de, insanın yalnızca anlaması değil, inanması da olanaksız gizler vardır, bunları çocuklara öğretmekle, onlara erkenden yalan söylemeyi öğretmek dışında bir şey kazanıldığını düşünmüyorum diye yanıt veriyorum.” Şeklinde düşüncesini ifade ediyor Rousseau.
Rousseau, eserinde itina ile eğittiği Emile’in başka bir dini olması gerekiyorsa, artık bu konuda onun rehberi olmak hakkını kendinde görmüyor ve ekliyor: “bu dini seçmek ona düşer” .
Doğa ile birlikte çalıştığını; doğa maddi insanı oluştururken, eğitimciler de tinsel insanı oluşturmaya çabaladıklarını “ama kaydettiğimiz gelişmeler aynı değildir. Vücut önceden güçlü kuvvetli iken, ruh henüz durgun ve zayıftır. Hem insan sanatıyla ne yapabilirse yapsın, vücut yapısı her zaman akıldan önce gelir. İnsanın her zaman olabildiğince bütün kalması için şimdiye kadar tüm özeni birini alıkoymak, ötekisini geliştirmek için gösterdik.”
Sonuç olarak; Jean- Jacques Rousseau, Katolik inancın aksine, doğuştan günahkâr olmayan, tam tersine iyi ve saf olarak doğan insanın eğitilmesi konusunda; eğitilen çocuğun sürekli olarak doğada, doğasıyla baş başa bırakılmalısını, beden ve ruhun eğitilmesinde de kendisine, deneyimli eğitmenlerin onların yönlendirici değil, ancak rehber olmalarını istemektedir.
Eğitimin asıl amacı olan insanların birey olmaları ve sosyalleşmeleri konusunda Rousseau, bize Platon gibi insanların yeteneklerine göre eğitilmesini ve eğitildiği alanıyla ilgili meslek yaptırarak toplumla bireyin bütünleşmesinin sağlanmasını istemektedir.
Akıl çağlarına kadar, soyut olan şeyleri kavrayamadıklarından çocuklara, La Fontain’in Masalları’nın dahi okutulmasına izin vermeyen Rousseau, aynı gerekçeyle, onlara dini ve Tanrı’yla ilgili konuların da anlatılmamasını önermektedir. Kaldı ki o, her hangi bir dini seçme özgürlüğünü çocukların kendilerine bırakmaktadır.

GENEL KAYNAKÇA

A.-A. S. Neill, Bir Eğitim Mucizesi, çev. Güler Dikmen Nalbantoğlu, Mert y. İstanbul, 1990 Summerhill Okulu,

B.-Cevat Alkan, Eğitim Felsefesi, Uludağ Üniversitesi y. Bursa, 1983. C.- Gülnihal Küken, Felsefe Açısından Eğitim, Platon, J.- J. Rousseau, B. Russel, İstanbul, 1996

D.- H. Z. Ülken, Eğitim Felsefesi, MEB, İstanbul, 1967

E.- J. –J. Rousseau, Emile ya da Eğitim Üzerine, Fransızcadan çeviren; Yaşar Avunç, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2009.

F.- Michael J. Gelb, Leonardo da Vinci Gibi Düşünmek, çev. Tuncer Büyükonat, Beyaz Y. İstanbul, 2000

G.- Platon, Cumhuriyet, çev. Saffet Engin, İstanbul, 1950

18 Şubat 2012 Cumartesi

ATATÜRK’ÜN MİLLİ EGEMENLİK ANLAYIŞI*

“Üstünlük” anlamında kullanılan “egemenlik” sözcüğü, esasında anlam ve söyleniş yönünden Fransızcadaki “hégémonie” sözcüğüne benzetilerek Türkçede kullanılmaya başlanmıştır. Fransızcadaki “hégemonie” ise eski Yunancada “Şef” anlamına gelen “hégémon” sözcüğünden türetilmiş olan “hégémonia”dan gelmektedir ki bu da; otorite, yönetim, iktidar, üstünlük, nüfuz, söz geçirme, güç gibi anlamlarla beraber bir devletin başka bir devlete hükmetme anlamını taşımaktadır.
Eski Türkçede ki “hâkimiyet” sözcüğü yerine kullanılan “egemenlik” sözcüğü kök ve ek bakımından her ne kadar Türkçe dilbilgisi kurallarına uymamakta ise de kendisine verilen anlam yönünden dilimizde kullanılmasında bir sakıncanın olmaması gerekir.
Hukuki bir terim olarak kullanılan egemenlik kavramı ise geçmişi eski Yunan Kültürüne kadar inen Demokrasi kavramından daha da eski olduğu bilinmektedir.
M.Ö. VII. yüzyılda yaşamış, Yunan bilgini Hesiod’a göre başlangıçta insanlar, altın döneminde basit ve sade fakat mutlu bir hayat sürüyorlardı. Bu mutlu dönemde henüz mücadele ve harp yoktu. Hiç kimsenin hiç kimseye egemen olmadığı bu dönemde insanlar kendi aralarında tam bir sükûn içinde yaşayarak, tabiatın bütün nimetlerinden beraberce yararlanırlardı. Fakat insanoğlunun en tehlikeli buluşu olan para ve servetin ortaya çıkması, insanların güçlü ve güçsüz diye iki sınıfa ayrılmasına yol açmıştır. Hesiod’a göre, işte bu yüzden altın dönemi yerine yeni bir dönem, bir demir dönemi, kısaca artık bir mücadele ve harp dönemi başlamıştır. Bundan sonra insanlar arasında servet, para ve kudret uğrunda bir mücadele başlıyor, bu suretle aynı zamanda bir tahakküm ve cebir dönemi de gelmiş oluyor. Fakat insanda, her zaman ilk döneme dönme isteği vardır. İnsan, şimdi içinde yaşadığı kötü şartlardan kurtulup ilk mutlu döneme dönebilmek hasretini sürekli olarak içinde taşır.
M.Ö. IV. yüzyılda yaşamış olan başka bir Yunan Filozofu Empedokles, Hesiod’un “Altın Dönemi” düşüncesine aynen katılıp, bu dönemi anlamlı bir şekilde tasvir etmektedir. Empedokles’e göre, bu dönemde, insanlarla hayvanlar arasında bile düşmanlık yoktu. Tabiat, bütün canlılara nimetlerini bol miktarda veriyordu.
Bu görüşün tam karşısında felsefe tarihinde ilk defa “atom” kuramını önemli bir şekilde geliştirmiş olan Yunan Kozmolojik dönem filozoflarından Demokritos’u görmekteyiz. O’na göre insanların, diğerlerinin ileri sürdükleri gibi “Altın Dönem”den yani “Mutlu Dönem”den “Demir Dönemi”ne yani “Kargaşa Dönemi”ne geçişi söz konusu değildi. Tersine, insanlar kargaşa döneminden daha olgun dönemlere ulaşırlar. Demokritos’a göre, tarih içinde insanlar medenileştikçe kargaşadan ve güçlüklerden uzaklaşarak daha müreffeh bir hayata ulaşırlar. Bu görüşte egemenlik medenileşmenin bir sonucu oluyor.
Egemenlik kavramı, Platon’un eserlerinde daha değişik bir şekilde anlatılmaktadır. Platon’un “Protagoras” adlı kitabına göre insan, yaradılış bakımından diğer canlılar içinde en zayıf olanıdır. Hayvanlar, tabiata ve düşmanlarına karşı tek başlarına karşı koyup kendilerini koruyabildikleri halde insanlar bundan yoksundurlar. Hayvanların  bir kısmına başlangıçta güç verildiği halde hızlı koşmak için bir imkân verilmemiştir.
Diğer bir kısmına hızlı koşmak için bir güç veya uçmak için kanat verildiği halde güç verilmemiştir. Bu şekilde bütün hayvanlar arasında bir adalet sağlanmıştır. Kendilerine, tabiata ve düşmanlarına karşı bunun gibi imkânlar verilmiş olan hayvanlar tek başına kendilerini koruyabilirler. Fakat hiçbir insan tek başına tabiata ve düşmanına karşı sürekli olarak kendilerini koruyamaz. Bu güç durumdan kurtulabilmek için, insana çok önemli bir araç verilmiştir, bu da akıldır. İnsanlar akılları sayesinde düşünür, konuşur, sanat yaparlar ve en önemlisi topluluk halinde yaşarlar. Tabiata ve düşmanlarına karşı kendilerini koruyabilmek için adeta sözleşerek bir araya gelmiş olan insanların birbirlerine üstünlükleri söz konusu değildir. Aralarındaki biricik fark her bir insanın kendi yeteneğine göre toplum içinde değişik meslek sahibi olmalarıdır. Bu şekilde bir araya gelmiş olan insan topluluklarında, bir kişinin veya bir zümrenin egemenliğinden bahsedilmez. Böyle bir toplulukta herkes özgürdür. Aynı şartlar içinde bir araya geldiklerinden ve birlikte oluşları karşılıklı yarara dayandığından herkes birbirine eşittir. Demokrasinin ilk çekirdeğinin oluşturan bu sözleşmeler kuramı tarih boyunca birçok taraftar bulmuştur.
Bu görüşün tam karşısında olan bir başka görüşü yine Platon’un bir eserinde buluyoruz. O, “Devlet” adlı kitabında bir sofiste, insanlara egemen olan duygunun başkalarına hükmetme duygusu olduğunu söylemektedir. Toplumda güçlü, kuvvetli olanlar başkalarına egemen olacaktır, emir verip kendi yararlarına yasalar yapacaklardır. Böylece bir toplumda güçlü olanlar efendi, güçsüz olanlar ise köle olurlar. Diktatörlük anlayışının ilk çekirdeğini oluşturan bu kuvvet kuramı, diğer kuramda olduğu gibi tarih boyunca az da olsa taraftar bulabilmiştir.
Bütün ütopik yazarların ilk fikir babası olan Platon, kendi devlet anlayışında ise, egemenliği bilim adamlarına vermektedir. Antik düşüncenin ikinci büyük filozofu Aristoteles ise egemenlik konusunda sistemlerden daha çok sistemleri uygulayacak kişilerin üzerinde ısrarla durmaktadır.
Ortaçağ boyunca egemenlik, tartışmasız bir şekilde, kiliseye ait idi. Bu çağda egemenlik kavramı kayıtsız şartsız din adamlarının elinde idi.
Rönesans’la otoritesi sarsılmış olan kilise, yeniçağda değişik fikir akımlarının ortaya çıkışını engelleyemedi. Yeniçağda özellikle milliyetçilik, egemenlik ve demokrasi kavramları geniş bir şekilde incelenerek krallık yönetiminin artık pek geçerli olmadığı söylenmekte idi.
Amerika kolonisinde ilk bağımsızlık savaşını başlatmış olan Thomas Paine “Sağduyu” adlı eserinde şöyle yazmaktadır; “krallık idaresi, dünyaya ilk defa putperest kâfirler tarafından getirildi, İsrailoğulları da bu âdeti onlardan aldı. Krallık, şeytanın putperestliği kuvvetlendirmek için dayanmış olduğu en güçlü icattır. Kâfirler ölmüş krallarına ilahi özellikler yakıştırırlardı, Hıristiyanlar ise aynı şeyi hayattaki krallarına yaparak işi büyüttüler… Biz monarşi denilen belaya bir de verasetle intikal (babadan oğla) prensibi ilave ettik, bunlardan birincisi şahsiyetlerimizin aşağılanması ve küçültülmesi anlamına gelirken, ikincisi de bir hak meselesi diye ortaya sürülerek bizim kendi çocuklarımıza bir hakaret ve müdahale teşkil etmiştir… Krallığın bir hak olarak babadan oğla geçmesinin ne biçim bir aptallık olduğunun en kuvvetli tabii delillerinden biri de tabiatın bu prensibi yanlış çıkarmasıdır, yoksa insanlığa Aslan yerine Eşek vererek onu sık gülünç duruma sokar mıydı?
Rönesans döneminden itibaren Avrupa’da gelişmiş olan Milliyetçilik kavramından sonra ortaya çıkan “Milli Egemenlik” düşüncesi 26 Ağustos 1789 tarihinde ilan edilmiş olan “Fransız İnsan ve Vatandaş Hakları Beyannamesi”nin üçüncü maddesindeki “Hâkimiyet millete aittir. Hiçbir fert veya uzuv ve makam milletten gelmeyen otoriteyi kullanamaz”
Osmanlı İmparatorluğu; Müttefikleriyle birlikte girmiş olduğu I. Dünya Savaşında 22 milyon nüfusun 12 milyonunu, 1.700 bin km2 topraklarından 1 milyon km2 sini kaybederek yıkılışının eşiğine gelmiştir. Düşmanlar tarafından işgal edilmiş Osmanlı başkenti İstanbul’da herkes şaşkınlık içindedir. Fransız generali İstanbul’a işgal için ilk girdiğinde, bu işgali protesto etmek amacıyla Süleyman Nazif, gazetede “Kara Gün” adını taşıyan bir makalesini yayınladı. Fransız generali önce onu kurşuna dizdirmek istemiş fakat eş dost aracılığı ile sürgüne gönderilmesine rıza göstermiştir. İşte aynı Süleyman Nazif, sürgünde bulunduğu Malta’da ordu komutanı Yakup Şevki Paşa’ya şunu söylüyor: “Sınırları nehirler çizer. En doğrusu budur. Paşam ben Diyarbakırlıyım, siz Harputlusunuz. Bu iki şehir de Fırat ve Dicle nehirleri içindeki bölgelerdir. Siz de ben de Iraklı olarak Bağdat hükümetine katılmalıyız. Osmanlı İmparatorluğundan umut yoktur. Başımızın çaresine bakalım.”
İşgal altındaki İstanbul’un o dönemdeki halkın şaşkınlığını anlatan başka bir olay; Atatürk hakkında bir hayli eser yazmış olan Falih Rıfkı Atay, işgal kuvvetlerinin baskısı ile saray kuvvetleri tarafından tutuklanıp askerler arasında cezaevine götürülürken, Yahya Kemal, onunla göz göze gelip selam vermemek için, Hasan Ali’yi yan bir sokağa sürükler. Bunlar, geleceğe ait kişisel umutsuzluklardır. Bu kargaşa döneminde, Osmanlı Devleti’nin artık tek başına ayakta kalamayacağına inanıp, çökmemek için başka devletlere bağlanmak isteyen birçok aydınlar vardır. Yukarıda adı geçen Yahya Kemal’in bütün isteği daha fazla parçalanmadan Türkiye’nin toptan Amerika’ya, İngiltere’ye veya Fransa’ya bağlanmasıdır. İstanbul’daki diğer vatansever ve milliyetçilerin en önemli problemlerinden biri yakın tarihte öldürülmüş olan Ermenilerin katlinin bağışlatıp, Türkiye mandasını Amerika’ya nasıl kabul ettirebilir meselesidir. 5 Aralık 1918 tarihini taşıyan bir dilekçe, Türk Wilsoncular birliği adına, Türkiye’deki dinler ve ırklar meselesinin çözümlenmesi için, Amerika Birleşik Devletinin o dönemki başkanı Woodrow Wilson’a verilmiştir. Türkçesi yok edilmiş, fakat daha sonra aslı Amerika Dış Bakanlığı arşivinden alınıp Ankara Üniversitesi Tarih Araştırmalı Dergisinin III. cild 4–5 inci sayısında ek olarak yayınlanmış olan bu belgede şu imzaları görmekteyiz: Birinci imza Halide Edip, sonrası sıra ile Yunus Nadi, Ahmet Emin, Velid Ebuzziya, Celal Nuri ve Necmeddin Sadak.
Muhtevası Atatürk’ün “Nutuk”unda mevcut olan 10 Ağustos 1919 tarihli mektubunda Halide Edip, Atatürk’e İsmet Bey (İnönü) ve Refet Bey (Bele)  de içinde olmak üzere birçok yurtsever kimselerin Anadolu’da kurtuluş savaşı verilebileceğine inanmadıklarını, Amerikan mandası altına girmekten daha iyi bir çare görmediklerini dolaylı olarak anlatarak, “Biz İstanbul’da kendimiz için bütün eski yeni Türkiye sınırları içine almak üzere geçici bir Amerikan mandasını ehven-i şer olarak görüyoruz” şeklinde yazmaktadır . İsmet Bey’inde (İnönü’nün) Kazım Karabekir’e “Kardeşim Kazımcığım” şeklinde başlayan uzun bir mektubunda, yukarıdaki düşünceyi destekler mahiyette bir ifade kullanmaktadır: “Eğer Anadolu’da halkın Amerikalıları herkese tercih ettikleri zemininde Amerika Milletine müracaat edilse pek ziyade faydası olacaktır, deniyor ki ben de tamamıyla bu kanattayım” . Ayrıca Atatürk’ün, Falih Rıfkı Atay’a söylediklerine göre, İsmet Bey’in (İnönü’nün) 19 Mayıs 19919’dan önce, yeni evlendiğini ileri sürerek Anadolu’ya gelmek teklifini reddettiği anlaşılmaktadır . Padişah ile Damat Ferit ise; Türkiye’yi daha fazla parçalanmadan, Amerika yerine İngiltere’ye bağlamayı tercih etmişlerdir.
1918 yılındaki İstanbul’da, kargaşa döneminde Türk Milletine son derece güvenen Mustafa Kemal ise, yukarıda anlatılan düşüncelerden farklı olarak “Uygun bir zaman ve fırsat kollayarak İstanbul’dan kaybolmak, basit bir tertiple Anadolu’nun içine girmek, bir müddet isimsiz çalıştıktan sonra millete felaketi haber vermek!” niyetinde idi . Mustafa Kemal, kimseye açmadan, böyle bir karar vermemiş gibi, buluşma ve konuşmalara devam ediyordu. Daha sonra kendisine kader arkadaşı olacak olan ve o dönemde barış konferansı için askeri hazırlıklar komisyonunda çalışan İsmet Bey’i bir gün Mustafa Kemal evine çağırdı. Mustafa Kemal masanın üstüne bir harita açtıktan sonra İsmet Bey’e “Mesela hiçbir sıfat ve yetkim olmaksızın Anadolu’ya geçmek ve orda milleti uyandırarak kurtulma çarelerini aramak için en elverişli bölge ve beni o bölgeye götürecek en kolay yol hangisi olabilir:” gibi bir soru sorar. İsmet Bey, harita üzerinde derin derin düşündükten sonra: “Yollar çok, bölgeler çok” şeklinde cevap verir.
Mustafa Kemal, o günlerde Anadolu’ya görevli olarak gönderilen bütün komutanlarla yakından ilgileniyordu. Kulağından rahatsız olarak hasta yatağında iken, Ulukışla tarafından demiryoluyla Anakara’ya nakledilmek üzere 20’inci kolordu komutanlığına atanmış olan Erkan-ı Harbiye mektebinden sınıf arkadaşı Ali Fuat Paşa, kendisini ziyaret ettiğinde, Mustafa Kemal O’na kolordunun başında bulunmasını, bundan sonra önemli şeylerin olacağını, kolordusuna hâkim olmasını, etrafına güven vermesini, özellikle halk ile yakından temas etmesini söylemektedir .
Mustafa Kemal’in bu niyetinden habersiz olarak, İngiliz işgali altındaki İstanbul’da birkaç Türk aydını da, bu işgalden kurtulmak için toplantılar yaparlar. Toplantı yerlerinden biri de göz hekimi Esat paşa’nın evi. Toplantıya katılanlar arasında Profesör Akçoraoğlu Yusuf ve Ferit (Tek) beyler de var. Hepsinin birleştiği nokta, İstanbul’un düşman baskısı altında olduğunu fakat burada bir şeyin yapılamayacağı şeklindedir. Onlara göre tek çıkar yol Anadolu halkının buna hazırlamaktır. Fakat bu işi kim yapabilir? Anadolu’ya kimi göndermeli? Bir türlü karar veremiyorlardı. Gazze savaşlarından tanınmış Jandarma komutanı Refet Bey’i (Bele’yi) bu konuda kendilerine yardımcı olmak üzere toplantıya davet ederler. Refet Bey, onlara Anadolu’daki halkı organize etmek için Mustafa kemal’in Anadolu’ya gönderilmesini tavsiye eder.
Bir gün Harbiye Nazırı Şakır paşa, Mustafa Kemal’i konağına çağırdı, yanına gittiği vakit bir tek kelime söylemeden önüne, okumak için bir dosya uzattı. Mustafa Kemal dosyayı baştan sona gözden geçirdi. İtilaf makamları tarafından verilen raporların özeti şu idi: “Samsun ve çevresinde birçok Rum köyleri her gün Türklerin saldırısına uğramaktadır. Hükümet bu barbarca saldırıların önüne geçememektedir. Onların emniyet ve huzurun temin etmek insanlık namına borcumudur”. Raporlar İstanbul Hükümetine verilirken bir de protesto eklenmiştir: “Eğer siz aciz iseniz bu vazifeyi biz üstümüze alacağız”. Mustafa kemal, dosyayı okuduktan sonra emrini öğrenmek için Harbiye nazırının yüzüne bakar ve aralarında konuşmaya başlarlar. Harbiye Nazırı, Mustafa Kemal’e bu konuda kanaatini sorduğunda, o, böyle olduğunu sanmadığını fakat bir şeylerin olma ihtimalinin mevcut olduğunu söylemektedir. Harbiye Nazırı sözlerine şöyle devam etmektedir.” Böyle midir, değil midir, önce bunu meydana çıkarmak için oralara bizim gidip tetkikler yapmamız lazım. Ben Sadrazam Paşa (Damat Ferit) ile görüştüm. Sizi münasip gördük. Gider ve meselenin ne olduğunu anlarsınız”.
Fakat hürriyet ve itilacıların çoğu Mustafa Kemal’in Anadolu’ya gönderilmesine pek taraftar değillerdir. Özellikle, partide çok nüfuzlu olan Zeynelabidin, O’nun Anadolu’ya geçmesine hiç taraftar değildir. Falih Rıfkı Atay’ın bir dostu, bir gün Zeynelabidin’e “-Ben Mustafa kemal’i bir defa gördüm. Kendisiyle dostluğum yok. Fakat bozgunda Suriye’de idim. Devletin, ordunun ve herkesin ne yapacağını şaşırdığı o anarşi içinde bu komutanın ordusunu nasıl tuttuğunu ve ricatı nasıl idare ettiğine tanık oldum, başkalarına benzemiyor, demesi üzerine Zeynelabidin: “-Sen onun gözlerinin içine bak. Bir fırsat bulursa ne padişahlığı bırakır, ne de halifeliği…” demiş.
Tarihi bir belge olarak çok önemli olduğu için, Falih Rıfkı Atay’a göre, Osmanlı İmparatorluğunun son Padişah Vahdettin ile Türkiye Cumhuriyet’tin kurucusu Mustafa Kemal arasında, geçen en son görüşme ve konuşmaları Mustafa Kemal’in ağzından dinleyelim. “-Yıldız Sarayı’nın ufak bir salonda Vahdettin’le âdete diz dize değecek kadar yakın oturdu. Sağında dirseğine dayamış olduğu bir masa, üstünde bir kitap var. Salonun Boğaziçi’ne doğru açılan penceresinden gördüğümüz manzara şu: Birbirine muvazi hatlar üzerine düşman zırhlıları! Bordalarındaki toplar sanki Yıldız Sarayına doğrulmuş! Manzarayı görmek için oturduğumuz yerlerden başlarımızı sağa sola çevirmek kâfi idi. Vahdettin hiç unutamayacağım şu sözlerle konuşmağa başladı: “Paşa paşa, şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin. Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir (elini demin bahsettiğim kitabın üstüne bastı ve ilave etti:) Tarihe geçmiştir”. O zaman bunu bir tarih kitabı olduğunu anladım. Dikkatle ve sükûnla dinliyordum: “-Bunları unutun dedi, asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa paşa, devleti kurtarabilirsin! “bu son sözlerinden hayrete düştüm. Acaba Vahdettin benimle samimi mi konuşuyor? O Vahdettin ki ecnebi hükümetlerin yüzüncü derece aletleri ile temas arayarak, devletini ve saltanatını kurtarmağa çalışıyordu. Bütün yaptıklarından pişman mı idi? Aldatıldığını mı anlamıştı? Fakat böyle tahmin ile başka bahislere girişmeyi tehlikeli addettim. Kendisine basit cevaplar verdim:
“-Hakkındaki teveccüh itimada arz-ı teşekkür ederim. Elimden gelen hizmette kusur etmeyeceğime emniyet buyurunuz:” Söylerken kafamdaki muammayı da halletmeğe uğraşıyordum. Çok iyi anladığım, veliahtlığında padişahlığında bütün his ve fikirlerini, temayüllerini, sahtekârlıklarını tanıdığım adamdan nasıl yüksek asil bir hareket bekleyebilirdim? Memleketi kurtarmak lazımdır, istersem bunu yapabilirmişim. Nasıl? Hemen hüküm verdim: Vahdettin demek istiyor ki hiçbir kuvvetimiz yoktur. Tek mesnedimiz İstanbul’a hâkim olanların siyasetine uymaktır. Benim memuriyetim, onların şikâyet ettikleri meselelerini halletmektir. Eğer onları memnun edebilirsem, memleketi ve halkı bu siyasetin doğru olduğuna inandırabilirsem ve bu siyasete karşı gelen Türkleri tedip edersem (uslandırırsam), Vahdettin’in arzularını yerine getirmiş olacaktım: “-Merak buyurmayan efendimiz dedim, nokta-i nazar-ı şahanenizi anladım. İrade-i sen iyeniz olursa…. Hemen hareket edeceğim ve bana emir buyurduklarınızı bir an unutmayacağım.” “-Muvaffak ol!” hitabı-ı şahanesinde mazhar olduktan sonra, Mustafa Kemal, padişahın huzurundan çıkıyor. Mustafa Kemal’in hocalığının yapmış olan, padişahın yaveri Naci Paşa, Mustafa Kemal ile buluşup elindeki ufak bir paketi ona uzatarak: “Zat-ı şahnenin ufak bir hatırası” diyor. Mustafa Kemal anlatmasına şöyle devam ediyor: “kapağın üzerinde Vahdettin’in inisyalleri işlenmiş bir saatti”. “-Peki, teşekkür ederim” dedim. Yaverim aldı. Sonra sanki Yıldız Sarayından çıktığımızı ve hareket etmek üzere olduğumuzu gizlemek, saklamak ister gibi ihtiyatla, ayaklarımızın patırtısını işittirmekten korkarak, saraydan uzaklaştık” . Osmanlı İmparatorluğunun son padişahı ile Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu ve İlk Cumhurbaşkanı arasındaki en son görüşme ve konuşma işte bu şekilde cereyan etmiştir.
Almanya seyahatinde Vahdettin’e refakat ettiğinde, Padişah olduğu zaman kendisini de Harbiye Nazırı yapmasını isteyen ve de olumlu bir cevap almış olmasına rağmen bir türlü o makama getirilmeyen Mustafa kemal, yıllar sonra “eğer Harbiye Nazırı olmuş olsaydınız acaba ne yapardınız?” şeklindeki soruya muhatap olduğunda: “vakti gelince Anadolu’ya Padişahı da beraber geçirirdim” diye cevap vermiştir .
19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun’a çıkmış olan Mutafa Kemal, Anadolu’da bir hayli zor ve çetin meselelerin kendisini beklediğini çok iyi biliyordu. O, o zamanki çalışma ve kader arkadaşı Refet Bey’e şunları söylüyor: “İhtilalden fazla bir şey yapmak lazım. İhtilal mevcut devletleri değiştirir, Türkiye henüz mevcut değildir, onun önce dünyaya getirmek lazımdır” .
22 Haziran 1919 tarihinde yayımlanacak olan Amasya Tamimine esas olmak üzere, Mustafa Kemal’in 21/22 Haziran gecesi yaverine yazdırdığı maddelerin arasında “Millet bağımsızlığını kendi kendini kurtaracaktır” ifadesini görmekteyiz. 23 Temmuz 1919 tarihinde Erzurum kongresinin açılışında “Milletin kaderine egemen olacak bir milli iradenin ancak Anadolu’dan doğabileceğini” belirten ve “Milli iradeye dayanan bir milli kurultay kurulmasını ilk çalışma hedefi olarak gösterdiğini” vurgulayan Mustafa Kemal, bu kongrenin karar ve bildirilerinin bir maddesi olarak “ Milli gücü faal ve milli iradeyi hâkim kılmak temel ilkedir” cümlesini yazdırtmaktadır.
General Pershing’in kurmay başkanı olan general Harburd Sivas’ta Mustafa Kemal’le görüşürken der ki: “Türkiye tarihini okudum. Milletiniz büyük kumandanlar yetiştirmiş ve büyük ordular hazırlamıştır. Bunları yapan bir millet elbette bir medeniyet sahibi olmalıdır. Takdir ederim ama bu günkü duruma bakalım. Başta Almanya, müttefiklerinizle dört yıl harp ettiniz, yenildiniz. Dördünüz bir arada yapamadığınız şeyi bu durumda tek başınıza yapmayı nasıl düşünebiliyorsunuz? Fertlerin intihar ettikleri vakit vakit görülür. Bir milletin intihar ettiğini mi göreceğiz? “Mustafa Kemal Generale: “Teşekkür ederim. Tarihimizi okumuş, bizi öğrenmişsiniz. Fakat şunu bilmenizi isterdim ki biz emperyalistlerin pençesine düşen bir kuş gibi yavaş yavaş aşağılık bir ölüme mahkûm olmaktansa babalarımızın oğulları olarak vuruşa vuruşa ölmeyi tercih ediyoruz.” Şeklinde cevap verirken o, ebetteki Türk milletine güveniyordu.
21 Nisan 1920 tarihinde, Anakara’da bütün kolordu komutanlıklara, bütün illere, bağımsız sanacaklara, müdafaa-i Hukuk Merkez kurullarına, Belediye Başkanlıklarına, dağıtılmak üzere, milletin isteklerini içeren 6 maddelik bildirisini yazdırmış olan Mustafa Kemal, Temsilciler Kurulu adına, 22 Nisan 1920 günü şöyle bir bildiri yayınlıyor: “Tanrı’nın yardımıyla Nisan’ın 23’üncü Cuma günü Büyük Millet Meclisi açılarak çalışmaya başlayacağından, o günden sonra bütün sivili ve askeri makamların ve bütün milletin buyruk alacağı en yüce kat adı geçen Meclis olacaktır. Bilgilerinize sunulur”
Nihayet, 23 Nisan 1920 tarihinde, Ulus Meydan’ında bu gün müze olarak kullanılan bir binada, Türkiye Büyük Millet Meclisi açılmış ve ilk tarihi konuşmayı yapan Mustafa Kemal Paşa Meclis tarafından tutulması gereken yolu açıklamıştır. “Hâkimiyetin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin üzerinde herhangi bur kuvvetin bulunmadığı kabul edilerek, Milli İrade esas kılınmış ve Böylece kesin bir şekilde demokratik hayata geçilmiştir.”
Özgürlüğün de, eşitliğin de, adaletin de dayanağının milli egemenlik olduğuna inanmış olan Mustafa Kemal’e göre “Teşkilat-ı Esasiye Kanunun Milletin kendi kaderine kendisinin hâkim olabilme yollarını belirler” . “Ülkenin iradesinde takip olunacak esasları, yapacağı Anayasalarla Milli irade tayin eder” felsefesinden hareketle, hükümetin meclisin içinden çıkacağı 1921 Anayasasıyla belirlenmiştir. 1924 Anayasasıyla aynı doğrultuda ilkeler getirilmiş olup,  bu ilkeler 1961 ve 1982 Anayasalarında da devam ettirilmiştir.
Devletler hukukunda ve Düşünce Tarihi boyunca tartışılagelen “Kuvvetler Kuramı” ile “Sözleşmeler Kuramı”, siyaset tarihinde de tartışılan “Monarşi-Aristokrasi” ile “Cumhuriyet-Demokrasi”, bir başka ifadeyle Krallık mı? Cumhuriyet mi? Padişah mı yoksa halk mı ikilemini adeta, Efelik döneminde, yedi vilayete egemen olan Demirci Efe, Anadolu insanının hasleti olan pratik zekâsıyla tek bir cümle içinde çözmektedir: “İdare ya ilim ile olur ya da zulüm ile bende ilim olmadığından zulüm ile idare ettim.”
Mustafa Kemal Atatürk ise; “Sözleşmeler Kuramı”ni seçerek ilmi tercih etmiştir. O, yaptığı inkılâplarla halkı, önce “Millet” seviyesine çıkararak , “Halka rağmen Halk için”, sonra da “Halkla beraber Halk için” dönemlerini yaşatmıştır. Sonra ki nesillerin “Halkla beraber Demokrasi için”, “Halkla beraber ‘insan’ için” dönemlerini yaşatmaları gerekiyordu. Üzülerek beliritmek gerekir ki Cumhuriyetin ikinci nesli olan bizler, bu konuda başarılı olamadık. Eğitime, öğretime ve özellikle bilime, dolayısıyla insana önem verilmedikçe, gerçek demokratik insanlar yetiştirilmedikçe, bu konuda başarılı olmamız mümkün  değildir.