23 Mayıs 2012 Çarşamba

J.-P. SARTRE’DA TANRITANIMAZLIK


Felsefenin günümüze kadar devam eden, bundan böyle de devam edecek olan  problemlerden biri hiç şüphesiz Mutlak Varlık’ın varlık oluşudur.
Felsefe tarihi incelediğinde değişik ad ve anlayış altında O’nun varlığı kimi filozof tarafından kabul, kimi filozof tarafından ise inkâr edilmiş olduğu görülecektir. Bu da saf akılla Mutlak Varlık’ın ispatı kadar inkarın da mümkünmüş gibi görünmesinden veya Etienne GİLSON’un bir eserinde yazdığı gibi “Tanrı varlığının bir bilgi konusu olmaktan çok bir postulat oluşundan ileri gelmektedir” . Bu düşüncenin sonucu olarak Mutlak Varlık’ın varlığı konusunda düşüncelerini ifade etmiş olan filozofları dört guruba ayırmak mümkündür:
1-Mutlak Varlık’ın var olduğuna gerçekten inanıp, O’na kendilerini teslim ederek O’nun varlığını veya yokluğunu artık kendilerine sorun yapmayanlar ki bunlar özellikle mutasavvıflardır.
2-Mutlak Varlık’ın varlığından şüphe edenler. Bu gurupta bulunanlar bütün hayatları boyunca, bütün çalışmalarında dolaylı veya dolaysız olarak O’nun varlığını ispatlamaya çalışırlar. Esasında onlar Mutlak Varlık’ı başkalarına değil kendilerine kabul ettirmeye çalışırlar.
3-Mutlak Varlık’ın var olmadığına gerçekten inanıp, O’nun varlığını veya yokluğunu artık kendilerine sorun haline getirmezler.
4-Mutlak Varlık’ın var olmadığından şüphe ederler ki bunlar her ne kadar Tanrı yoktur diyorlarsa da esasında acaba var mıdır sorusunu kendilerine sürekli olarak sorarlar.
Bu durumda yirminci yüzyılın kendilerine verilen sıfatlarından da açık olarak anlaşıldığı üzere tanrıtanımaz (Ateist), varoluşçu filozof olarak bilinen J.-P. Sartre’ın bu gruplardan hangisine girebilir sorusu acaba biraz tuhaf karşılana mı? Tuhaf karşılanır mı diye soruyoruz, çünkü J.-P. Sartre eserlerinde tanrıtanımaz olduğunu açık olarak yazıyor. O, şöyle diyor: “Dostoyevski ‘Tanrı olmasaydı her şey mubah olurdu’ diye yazdı (işte bu tümce varoluşcuların çıkış noktasıdır). Gerçekten Tanrı yoksa her şey mubahtır, hiçbir şey yasak değildir, bu durumda her şey kişinin vicdanına bağlıdır. Bu demektir ki insan kendi başına bırakılmıştır. Vicdanın dışında, ne içinde bir destek, ne dışında tutunacak bir dal vardır. Yaptıklarına artık hiçbir özür cevap bulamayacaktır. Var oluş öz’den önce gelince, önceden belirlenmiş ve tanımlanmış bir insan elbette ki söz konusu değildir. Başka bir anlatımla, insan için gerekircilik(gerekircilik) veya kadercilik söz konusu olamaz, çünkü insan özgürdür . J.-P. Sartre’a göre “insan özgür olmaya mahkûmdur, zorunludur”, zorunludur çünkü yaratılmamıştır. Kendi var oluşlarını gerçekleştirerek kendi öz’ünü yaratacaktır, dolayısıyla insan olabilmesi için kendini kendisi yaratacaktır. Özgürdür çünkü yeryüzüne geldiğinde veya Sartre’ın anlatımıyla insan yeryüzüne atıldığından, insan olabilmesi için, bütün eylemlerinden kendisi sorumlu olmalıdır. Böyle bir insanın, Sartre’a göre Tanrı’ya inanması, kendi varoluşu için tehlikelidir. Tanrı’ya inanmak, insana sorumluluklarını unutturur ve onu kaderciliğe sürükler. Oysaki Sartre için insan “varoluşu özden önce gelen “ bir varlıktır. Bu varlık vardır. Bu varlık, bu anlayışa göre belirlenmezden ve tanımlanamazdan önce de vardır. Bu varlık insandır, Heidegger’in deyişiyle bu “insan gerçeği”dir.
“Varoluş özden önce gelir. İyi ama ne demektir bu? Şu demektir: İlkin insan vardır. Yani insan önce dünyaya gelir, var olur, ondan sonra tanımlanır belirlenir, özünü ortaya çıkarır” .
İnsanın kendisine yabancılaşmasından ilk kurtuluşu Tanrı’yı inkâr etmekte gören Sartre “ya insan vardır ya da Tanrı, başka bir deyişle ya her şey Tanrı’dan geliyor, bu takdirde, artık hiçbir şey insandan gelmiyor veya hiçbir şey Tanrı’dan gelmiyor, bu takdirde her şey insandan geliyor” diye yazıyor . İşte bu düşünceleriyle Sartre, Tanrı’nın varlığını inkâr ediyor ve şunu ekliyor;”Tanrı olmadığına ve ölüp gideceğimize göre, her şeye izin vardır. Bütün deneyimler eşdeğerdedir ancak elden geldiğince çok sayıda deneyim edinmek yerinde olur” .
“İnsanı tanrılaşmak üzere yeryüzüne atılan varlık” olarak gören Sartre, Tanrı’yı “İnsanın, sonsuzca çoğaltılmış insanın önceden üretilmiş imgesi olarak “ düşünmektedir ve “insan bu imgenin karşısında onu memnun etmek için çalışmak zorundadır. O halde insan o imgeyle, saçma ama engin ve titiz olan, bir ilişki içindedir. İşte yok edilmesi gereken ilişki işte bu ilişkidir, çünkü bu, kendisiyle doğru olan bir ilişki değildir. İnsanın kendisiyle doğru ilişkisi ne isek o olduğumuz zaman ki ilişkidir, yoksa sisli bir biçimde o tür kendimizle olan bir ilişki değildir” .
Bu düşüncelerin dışında J.-P. Sartre 1943 yılında yayınladığı “L’Etre et Le Néant” adlı eserinde tanrıtanımazlğlın doğruluğunu göstermek için çaba gösteriyor. Bu kitabında “Ben Tanrı’nın kendinden (en-soi) bir varlık olması gerektiğini, yani bir sonsuz kendisi için (pour soi) varlığı barındıran bir sonsuz kendinden varlık ve bu kendisi için kendinde kavramının da varlığına bir kanıt teşkil edemeyeceğini göstermeyi denediğini” yazmaktadır.
Bu alıntılardan ve J.-P. Sartre’in “dinsizlik yavuz ve uzun soluklu bir girişimdir; bu işi sonuna dek vardırdığımı sanıyorum” şeklinde yazmasından sonra halen onun yukarıda yapılan sınıflamalardan hangisine girdiğini sormak elbette ki tuhaf görünecek ve o, şüphesiz Tanrı’nın varlığını kabul etmeyenler grubuna girer denecektir.
Ancak, “Tanrısız adam Tanrı ile hiç ilgilenmez, çünkü bir kere var olmadığına karar vermiştir onun” şeklinde yazmasına karşın J.-P. Sartre eserlerinin çoğunda Tanrı’nın varlık problemini sürekli gündeme getirir.
Elbette ki bütün bunların bir açıklaması vardır. İşte bu açıklamanın sebeplerini bulabilmek için J.-P. Sartre’ın dönemine, yaşadığı ve içinde büyüdüğü sosyal ortama bakmak gerekir.
Yirminci yüzyılın ilk yıllarında Paris’te doğan J.-P. Sartre baba sevgisini pek tatmadan çocuk yaşta yetim kalır. Önceleri o, koyu bir Katolik olan annesiyle beraber, sonra Protestan bir dede ve şüpheci bir anneannenin evinde bir sığıntı gibi kalır. Bir müddet sonra dul annesinin evleneceği üvey babası ise sevgiden daha çok dehşet ve korku verir. Bu arada J.-P. Sartre Perşembe günleri kilisenin okuluna devam eder ve ilk haksızlığa burada uğrar. Bir gün öğretmenine “Tutku” üzerine yazılmış bir kompozisyon verir. Yazı metni ailesini o derece mutlu etmiş ki annesi onu kendi el yazısıyla yeniden yazmış. Fakat J.-P. Sartre bu yazıyla öğretmeninden beklediği sonucu alamaz. Okulda bu kompozisyon ancak ikinci olabilmiş. Bu haksızlık genç Sartre üzerinde şok etkisi yapar hatta kendi anlatımıyla kendisini inançsızlığa götürür. Bir müddet sonra da kilise okulunu terk eder. Bu olaydan sonra birkaç yıl yaradan ile açık ilişkilerini sürdürmüş ancak tek başına kalınca da yaratanı artık aramaz olmuş. Sartre bir defalık O’nun var olduğun duygusuna kapılmış. “Kibritle oynamış küçük bir halıyı yakmıştım; Tanrı beni gördüğünde müthiş cinayetimi örtbas etmekle uğraşıyordum, kafamın içinde ve ellerimin üzerinde Bakışı’nı hissettim; feci derecede ortada olan canlı bir hedef gibi dönüp duruyordum banyo odasında. Kızgınlık kurtardı beni; böyle bir dikkatsizlik karşısında köpürdüm, küfrettim, büyük babam gibi:’Hay Allah’ım ya Rabbim, hay Allah’ım ya Rabbim’ diye mırıldandım. Bundan sonra hiç bakmadı bana” .
J.-P. Sartre’ı inançsızlığa götüren başka bir sebep dogmaların çatışması değil büyükbabası ile büyükannesinin ilgisizlikleridir. “Bununla birlikte inanıyordum; gecelikle yatağımın kenarına diz çöküp, ellerimi birleştirip her gün dua ediyordum, ama gittikçe daha seyrek düşünüyordum Tanrı’yı” .
Çocuksu inanıştan, haksızlık ve ilgisizlik yüzünden inkâra doğru ilerleyen J.-P. Sartre, bir müddet sonra şunu söylecektir: “1917’de, La Rochelle’de, bir sabah, benimle birlikte liseye gelecek arkadaşları bekliyordum; arkadaşlarım görünürde yoktu, az sonra kendimi oyalamak için ne edeceğimi şaşırdım ve Yaradan’ı düşünmeye karar verdim. Bir anda gökte yuvarlandı ve hiçbir açıklama yapmadan yok olup gitti; nazik bir şaşkınlıkla kendi kendime: Tanrı yok dedim ve bu işin orada bittiğine inandım. O günden bu yana onu yeniden diriltmek için en ufak bir ilgi duymadığıma göre bir bakıma iş gerçekten bitmişti” .
J.-P. Sartre’ı Mutlak Varlık’ın inkârına götüren sebepler zincirini uzatmak mümkündür. Fakat burada bu kadarıyla yetinilecektir. Ancak inançsızlığı yüzünden J.-P. Sartre’a yapılan tenkitlerin kısaca hatırlatmakta yarar vardır:
J.-P. Sartre “Les Mots” adlı otobiyografisinde kendisine Tevrat ile İncil’in okutulmuş olduğunu yazmış olmasına rağmen yazar Charles Moeller, onun gerçek din hayatının ne olduğunu sezmek için hiçbir duygu antenine sahip olmadığını ve İncil’in bir tek parçasını, tasavvufa ait tek bir kitabı hiçbir zaman okumadığını söylemektedir. Ayrıca, babasız kalmak sanki Sartre’ın elindeymiş gibi, Charles Moeller, onun ciddi bir deneyimden, babalık deneyiminden daima yoksun olduğunu, daha doğrusu, Allah’ın anlamını babalığın anlamıyla birleştiren gizli bağlılıktan yoksun kaldığını ilave etmektedir . Fakat aynı durumdan J.-P. Sartre’ın kendisi de şikâyetçi olup şöyle söylemektedir: “Allah beni ıstıraptan kurtarabilirdi: altında O’nun imzası bulunan bir şaheser olabilirdim” .
J.-P. Sartre’ın ateist olması için, adeta bütün şartlar mevcuttu. Dindar olmayan, hatta dinle alay eden büyükbaba ve büyükanne. Din hakkında fazla bilgisi olmayan, bu konuda cahil sayılabilecek, ancak koyu Katolik bir anne, Tanrı hakkında olumsuz düşünceleri yüzünden kendisini acımasızca tenkit eden dindar bir gurup. İşte bütün bunlar J.-P. Sartre’ı yalnızlığa ve tanrıtanımazlığa götürüyordu. Fakat yine de Sartre’da az da olsa Mutlak Varlık’ın var olmayışı hakkında bir şüphesi vardı: “Varoluşçuluk Tanrı’nın yokluğunu ispata çalışmaz. Böyle bir çabayla kendini yormaz. O, şuna bakar daha çok: Tanrı var olsaydı yine de bir şey değişmeyecekti, işte bizim ana görüşümüz budur. Elbette Tanrı’nın varlığına inandığımızdan değil; sorunumuz O’nun varlığı ya da yokluğu sorunu olmayışından geliyordu bu. ‘Bizim sorunumuz bu değil’ diye düşünmemizden geliyor” . J.-P. Sartre, şüphesini şu cümlelerle açık olarak ifade etmektedir: “Benim Allahsızlığım geçicidir. Benim Allahsızlığım Allah’ın kendisini bana henüz ifşa etmediği olayına bağlıdır” .
J.-P. Sartre, ölümünden birkaç yıl önce yakın arkadaşı Simone de Beauvoir ile yaptığı bir söyleşide şüpheciliğini aynen şu cümlelerle dile getiriyordu: “Tanrı’ya inanılmasa bile bizde yer eden ve dünyayı bize ilahi görünüşlerle gördürten Tanrı düşüncesinin öğeleri vardır. Ben, kendimi yeryüzünde görünüveren bir toz parçası gibi değil de beklenen, oluşumuna meydan verilen, biçimi önceden düşünülen bir varlık gibi hissederim, sözün kısası yalnızca bir yaratıcıdan gelebilirmiş gibi olan bir varlık olarak ve işte beni yaratmış olabilecek olan bir yaratıcı eli düşünmek beni Tanrı’ya götürür. Doğaldır ki, kendimi düşündüğüm her zaman bulup çıkardığım açık ve belirgin bir düşünce değildir bu; benim öteki birçok düşüncemle çelişir; ama bulanık halde oradadır” .
J.-P. Sartre “Şeytan ve Yüce Tanrı” adlı eserinde Tanrı’nın yok oluşunun bir açıkgözlük olarak göstermekte, fakat aynı yerde yine Tanrı’ya şükür etmekte de geri kalmıyor . Aynı eserin ileriki sahifelerinde Tanrı’nın varlığı hakkında ilgisiz kalmağa çalışan Sartre, “Varoluşçuluk” adlı eserinde de O’nun yokluğunun getirdiği sıkıntıları dile getirmektedir: “Tanrı’nın olmaması çok sıkıntılı bir durum yaratır. Tanrı ortadan kaldırılınca, kavradığımız evrendeki değerleri bulmak olanağı da ortadan kalkar: Bizim adımıza iyiyi düşünecek sonsuz ve yeterli bir bilinç(yani Tanrı) var olmadığından, “iyi” diye “önsel” bir şey de var olamaz artık; çünkü iyinin var olduğu ve kişioğlunun dürüst olması, yalan söylememsi gerektiği hiçbir yerde yazılı değildir artık; çünkü biz, ancak var olduğu bir ortamda yaşarız artık”.
Varoluş felsefesinin temellerini açıkladığı “L’Etre et Le Néant” adlı eseriyle birlikte (2009 yılında çeviri yapıldı) roman, tiyatro ve deneme yazılarına ait bütün kitapları dilimize çevrilmiş olan J.-P. Sartre, altmışlı ve yetmişli yıllarının Türkiye’sinde katıksız bir tanrıtanımaz olarak bilinirdi. Bunun sonucu olarak da, o yıllarda Türkiye’de tanrıtanımazlık bir moda idi.
Günümüzde ise ne Türkiye’de ne de Avrupa’da, J.-P. Sartre’ın varoluşçu felsefesinden artık konuşulmaz oldu. Ancak, bugün gerçek bir dine doğru bir kıpırdanışın başladığı Avrupa ülkelerinde samimi dindarlara karşı olduğu kadar dinsizlere de saygı gösteren demokratik bir toplumun oluşmasında, yukarıda ki gruplamada hangisine girerse girsin, J.-P. Sartre’ın katkıları elbette ki inkâr edilemez. Bugün, felsefe ve demokratik kültürün oldukça uzağında olan toplumumuzun genelinde böyle bir hoşgörüyü görmek güç, hatta imkânsızdır.
Ulusumuzu, çıkarcı insanların inanç yönünden bilimsel ve politik alanlarda tüccarlık yapmalarına fırsat vermemek için, yalnız aydınlar sınıfına değil, halkın tümünü, inanlara olduğu kadar inanmayanlara da hoşgörüyle davranabilecek düzeye getirmek için, ülkemizde gerçekten demokratik bir kültüre ihtiyaç vardır. Bunun için de, cesaret, daha da önemlisi samimiyet gereklidir. Aksi takdirde, ulus olarak, Avrupa’nın karanlık Ortaçağ düzeyine düşebiliriz.

8 Mayıs 2012 Salı

SUJET-OBJET BAĞLAMINDA MODERNİZM

    Felsefenin temel sözcüklerinden biri olan sujet; sorgulayan,eleştiren,bilgi edinmek isteyen,ayrıca özdeşlik ilkesine sahip olan ve düşünen insandır.
Aristoteles’ten günümüze kadar,çok iyi bilinen özdeşlik veya aynılık ilkesi genellikle a=a dır şeklinde gösterilen “bir şey ne ise, o dur”kuralıdır.
    Doğada kendilerinin dışında birbirleriyle özdeş olan hiçbir varlık/lar yoktur. Doğa özdeş değil benzer varlıklardan bile nefret eder.Doğada, kendiliğinden var olan her şey ancak kendisiyle özdeştir.Doğaya,benzer varlıkları eklemek daha çok insanın marifetidir.Benzer olan hiçbir varlık/lar özdeş değildir.Nesneler dünyasında,kendisiyle özdeş olan varlıkların dışında özdeş varlıklar aramak boşunadır.Özdeşliği,özdeş olan varlıkla,düşüncede o varlığa karşılık olan sözcükte aramak gerekir.
    Diğer tanımlarla birlikte, varolanı düşüncedeki sözcükle örtüştürülebilen insan, felsefesinin konusu olan sujet’dir.
    Objet’ye gelince; “objectum Latincede ‘önde, karşıda bulunan’ anlamına geliyor.”Bu sözcük felsefede ilk kullanılmaya başlandığı XIII. yüzyılda bugünküne benzer bir iki-anlamlılık içeriyordu. Bir yandan gerçekten varolan şey, öbür yandan ‘bilinen şey’ anlamında kullanılıyordu. Bu iki anlamlılığa son veren Duns Scottus’tur:O,bu sözcüğü ‘bilinen şey’ anlamında kullanmaya başlıyor.Ancak Ortaçağ’ın ‘bilinen’ şey bugün bizim bilimsel olarak ‘nesne’ olarak adlandırdığımız şeyle aynı şey değil.”1
    Latince “hemen şimdi” anlamına gelen “modo” sözcüğünden türetilmiş olan “modernus” sözcüğünün ilk defa M.S. 5. yüzyılda Ortaçağ Avrupa’sında Hıristiyan olanların kendilerini pagan olanlardan ayırt etmek için kullanıldığı bilinmektedir. Latince “modernus” sözcüğünden türetilen “modern” sözcüğü, geleneksel veya eski olana bir tepki olarak ortaya çıkan şey anlamında da kullanıldığından “hemen şimdi” burada olan sujet’nin, “hemen şimdi” burada olan objet’yle ilgilenmesi, onu incelemesi ve ondan dolaysız olarak kendince bilgi edinmesi anlamında da kullanılabilir.Bu şekilde de geleneksel olanın karşısına yeni bir yöntem getirilmiş olunur.
    Bu üç sözcüğün açıklanmasından sonra, bu yazıda, özellikle “modern” sözcüğünü anahtar sözcük olarak kullanılarak, iki uygarlığın (Hıristiyan ve İslamUygarlığ’ın)kültürel kökenleriyle birlikte karşılaştırılması yapılmaya çalışılacaktır.
---------------------------
1)Önay SÖZER,Felsefenin ABC’si,Kabalcı,İst.,1998 s.,73-74



    Yunan mitolojisinde, sorgulanmadan doğrudan kabul edilen bilgilere karşı,Antik Çağ filozoflarının geliştirdiği “hemen şimdi” yöntemi,bir başka anlatımla sujet’nin direkt objet’yi sorgulaması ve onun hakkında bilgi edinmeye çalışması bir yenilik olsa gerek.
    Yunan Mitolojisini bir yana bırakarak aklıyla objet’yi sorgulamaya çalışan ve ondan kendince bilgi edinmeye çalışan Thales, felsefe alanında ilk yenilikçidir.O,canlıların su’suz var olamayacağını fark ettiğinde yeniliğini ortaya koymuştu.
    Bir şeyin karşıtı var ise, o şey en azından karşıtının “ilke”si olamayacağını ileri sürüp,her şeyin ilkesinin,sınırsız ve sonsuz anlamına gelen “Apeiron”un olduğunu söyleyen Anaximandros da Thales’e karşı kendi yeniliğini bulmuştu.
Canlıların var olmasında havanın, sudan daha fazla gerekliliğini sezen Anaximenes de kendi yeniliğini bulmuştu
    Dünya’nın matematiksel harflerle Tanrı tarafından yazılarak insanlara gönderilen bir mektup olduğunu yazan “Platon, deney yapma yerine,ölçüsüzce saf matematiğe önem verdi.Ona göre sayılar her şeydi.Hatta Akademia’nın kapısına şöyle yazdırmıştı: ‘Geometri bilmeyen hiç kimse girmesin’…Ayrıca Platon,insanlığın Tanrı’ya Doğa’yı inceleyerek ulaşabileceği düşüncesini geliştirmişti.Dahası,ona göre,insanoğlu kendini içinde yaşadığı dünyayı araştırmaya adamalıydı”1
    İlkçağda, özellikle Antikçağ’da bu şekilde yeniliklerini bulan onlarca filozof yaşadı.Fakat,21 yumurtayı bir kuluçka altına koyup,hergün bir yumurta kırarak yumurtadan civcivin çıkışının evrelerini gözleyen Aristoteles’in yeniliği çok daha farklıydı.
    Bütün yenilikler, ne yazık ki, Latince “modernus” sözcüğünün Hıristiyanlar tarafından kullanılmaya başlanmasından yüzyıl sonra son buldu.Sujet ile Objet’nin arasına kilise girerek adeta objet karartıldı.Hiç kimse,özgürce sorgulayıp objet hakkında bilgi sahibi olmaya çalışamazdı.
    “Bizans Kilisesi, Justinianos I. döneminde (527-569) bir yandan çoktanrıcılık suçlamasıyla Atina Okulunu kapatıp (529) Eski Yunan düşüncelerini yasaklayarak, öte yandan İsa’nın Tanrı sayılıp sayılamayacağı konusunda, Hıristiyanlar arasında çıkan görüş ayrılıklarında Nesturiler gibi çeşitli akımların savundukları görüşü yasakladı. Yasaklananlar, o dönemde Bizans’ın en güçlü karşıtı olan İran’a sığınmışlardır. Bu dönemde İran,gerek eski Yunan düşüncesini koruyanların gerekse Bizans Kilisesinin sapkın olarak nitelediği Hıristiyan Nesturilerin,Manicilerin,vb. inanç ve düşüncelerini koruyabildikleri bir yer oldu.
-----------------------------------
1)M.White,Leonarda İlk Bilgin,Ç.,Çev.,A.Aybars ÇAĞLAYAN,İnkılap Y.İST.,2001,s.47

    Bizans’ın sürgün ettiği Nesturiler ve Eski Yunancılar İran’da toplanıp kaynaştılar. Öyle ki Hıristiyan Nesturiler, Eski Yunan yapıtlarını Bizans’ın baskısından uzak, özgürce okuyor ve başka dillere çeviriyorlardı. Müslümanların ilk yayıldıkları ülkelerden biri de Eski Yunan yapıtlarını koruyan Nesturi Kilisesi’nin bulunduğu İran oldu.”1
    Hıristiyanlar, bu karanlık döneme girmeden önce, eski uygarlıkların binlerce eserin toplandığı İskenderiye Kütüphanesini de yakmışlardı: “ …birçok Avrupalı yazarın İskenderiye’deki Aeropeum Kitaplığı’nın yok edilmesini İskenderiye’nin Halife Hz. Ömer tarafından ele geçirilmesine bağlamaya çalışması ve kütüphanenin, banyosunu ısıtmak için bu kitapları kullanmaktan çekinmediği ileri sürülen Hz. Ömer’in gaddarlığına kurban olduğunu ileri sürmeleri, inandırıcılıktan tamamen uzaktır. Gerçekte kütüphane M.S.391 yılında Piskopos Theophilius’un önderliğindeki Hıristiyan fanatikleri tarafından yakıldı ve bütün astronomi, fizik ve matematik yapıtları yok edilmiştir. M.S.410 yılında Aziz Krill de onun izinden giderek İskenderiye bilgeliğinin örnek, ama ona göre,dinsiz temsilcisi Hypatia’yı öldürtmüştür.İskenderiye Kütüphanesi’nin yok edilmesi eski çağın son bilgi kalıntılarının da sonu demekti.”2
    Ortaçağ Hıristiyanlığında özgürce Doğa’yı sorgulayarak bilgi edinmek yeniliğinden o kadar uzaklaşıldı ve hantalaştıki, kimileri bulunduğu makamdan güç alarak anlatılanlarla alay edebiliyordu: “Bütün sistem (Batlamyus Sistemi) o kadar hantalaşmıştıki,M.S.1252-1284 yılları arasında İspanya Kralı olan Castileli X.Alfonso’ya (1221-1284) Ptolemaios’un modeli ilk kez anlatıldığında, ‘Yüce Yaradan,Yaratılış işlerine girişmeden önce bana,Alfonso’ya,fikrimi sorsaydı,çok daha iyi bir şey önerebilirdim’ diye söylendiği rivayet edilir.”3
Uzun karanlık dönemden sonra tekrar Doğa’ya dönmek için birçok filozofun kendilerini feda edercesine çalışmaları gerekmişti. Yeniden Doğuş(Rönesans)güç olmuştur.
    Galileo’ye göre; “Doğa felsefesi, her zaman önümüzde açık duran büyük kitapta, yani evrende yazılıdır.Ama önce dilini,kullandığı simgelerin anlamını öğrenmeden kitabı anlayamayız.Kitap matematik dilinde yazılmıştır ve simgeleri üçgenler,daireler ve öteki geometrik şekillerdir.Onların yardımı olmadan kitabın tek bir sözcüğü anlaşılamaz ve insan karanlık bir labirentte boş yere dolaşır durur.”4

--------------------------------------------------
1)Cengiz ÖZAKINCI, İslam’da Bilimin Yükselişi ve Çöküşü,Otopsi Yay. İstanbul,2000,s.229

2)August BEBEL, Hz. Muhammed ve Arap-İslam Kültürü Dönemi,Vorsdorfs

-Leipzig,Eylül 1883,Ç.,Veysel Ataymay,2003,İstanbul.,s.133

3)James T.CUSHİNG,Fizikte Felsefi Kavramlar,Ç.,B.Özgür Sarıoğlu,Sabancı Üniv.İst.,2003,s.81

4)Erdal İNÖNÜ, Bilimsel Devrim ve Stratejik Anlamı, TÜBA, Akademik Forumu 21,s.25.



  Avrupa,16.ve17.yüzyıllardaCopernicus,Vesalius,Kepler,Galileo,Descartes,Bacon,Newton ve diğerleri sayesinde bilimsel devrimi gerçekleştirerek 17. ve 18. yüzyıllardan itibaren de bilim akademilerini kurarak günümüzdeki bilimsel düzeye ulaştılar.
    Son yüzyıllarda yapılan bilimsel yeniliklerin tümünün yüzde 15 Avrupa ülkeleri tarafından yapıldığını unutmamak gerekir.
    Ortaçağ’da Avrupa Hıristiyanlık Dünyası karanlık bir dönem yaşarken, Batı Uygarlığının ortaya çıkışında ve yükselişinde önemli katkısı olan Antik Çağ Yunan kültürünün Altınçağ döneminin benzerini 8.yüzyıldan 16.yüzyıla kadar İslam Dünya’sı yaşadı. Buna İslam Uygarlığı’nın Altınçağı denilebilir.
    İslam Dini, akla,bilime,düşünmeye önem verdiğinden 8.yüzyıldan itibaren Eski Çağlardan kalma önemli eserler,özellikle Süryaniler aracılığıyla Arapçaya çevrildi.Eski Yunan,Hint ve İran dillerinde yazılmış eserler Arapçaya çevrilerek İslam’ın altınçağ dönemine zemin hazırlanmış oldu.
    Başta Bağdat olmak üzere İslam ülkelerinde birçok kültür merkezleri kuruldu.
    Ebu Bekr Zekeriyya Razı, Farabi,İbni Sina,İbn Rüşt vd.gibi birçok filozof ve bilim insanları sayesinde felsefe başta olmak üzere,matematik,astronomi,tıp,kimya ve diğer alanlarda birçok yenilikler yapıldı.
    İspanya’ya M.S.711 tarihinde geçmiş olan Müslümanların bu ülkeye getirdikleri yeniliklerin bir kısmını, Alman ateist August Bebel,1883’de yazdığı kitabında şöyle anlatmaktadır. “uçarı, aklı havada bir insan olan Kral Roderich,Centa Valisi’nin Toledo’da yetişmiş olan kızına zorla sahip oldu.Kızın babası bu ayıbı duydu ve öç almaya yemin etti.Halife adına Kuzey Afrika’yı yöneten Ebu Mula’nın yaveri Tarık bin Ziyad ile irtibata geçen vali,onu İspanya’yı istilaya çağırdı.Tarık bin Ziyad,Musa ile anlaşarak 711 yılında İspanya’nın kendi adıyla anılacak olan Cebelitarık Boğaz’ından geçti…Kurtuba,gelişme yönünden Bağdad ile yarışacak duruma geldi…Yollar taşlarla döşenmişti ve gezinti yerleri akşamları sayısız fenerle aydınlatılır,Guadalkivir Nehri’nin kıyısında gece fenerlerin ışığında saatlerce gezilebilirdi.Bundan 700 yıl sonra Londra’da tek bir sokak feneri bulunmadığı gibi,Paris’te kötü ve elverişsiz hava koşullarının egemen olduğu durumlarda insanların büyük bir sefalet içinde çırpınmaları kaçınılmazdı;aynı tarihlerde Berlin,adı sanı bilinmeyen küçük bir taşra kentiydi.
    Muazzam debdebeli birer yapı olarak göze çarpan sayısız camii arasında 19 sahınlı bir camii, bugün Hıristiyan katedralı olarak kullanılmakta ve hala hayranlık uyandırmaktadır… Bütün bu yapıtların içinde en büyüğü,bugün hala hayranlık uyandıran,Granada’daki ünlü Elhamra Sarayı’dır.
    Adetlerden biri, Arapları çağlarındaki Hıristiyanlardan ayırdığı gibi ,onlara büyük bir avantaj da sağlıyordu:Temizlik adetiydi bu.Araplar nereye yerleşirse yerleşsinler,ilk iş olarak geniş,halka açık hamamlar kuruluyordu,oysa aynı dönemlerde,Hıristiyanlar için pislik ve tiksindirici artıklar içinde yaşamak,Tanrı’nın hoşuna gitmenin belirtisi sayılmaktaydı;Hıristiyan azizleri ve kendini dine adamış kimseler özellikle pislik ve kir içinde,börtü böcekle birlikte hayvan gibi yaşamayı,Tanrı’nın gözüne girmenin bir yolu sanılıyor,ot yiyerek beslenmekten geri kalmıyorlardı.Yıkanmak ve üst baş değiştirmek dünyaya dönük çabalar sayıldıklarından,günahın da belirtisiydiler.Tüm ortaçağ boyunca sahiblerin yüzleri ve ellerinden başka bir yerlerini yıkamaları kesinlikle yasak değil miydi?O da tek elle üstelik.Ayrıca Aziz Silvania’nın altmış yaşına kadar ne elini ne yüzünü ne de başka bir yerini yıkamamış olmakla ünlü olduğu,yalnızca komünyon toplantılarına giderken parmak uçlarının suya batırdığının bilmeyen var mı?Melekler Kuralı,yıkanmayı kafir işi diye yasaklamamış mıdır?Tersine İslamiyet her müslümanın her gün yıkanmasını ve tertemiz olmasını zorunlu kılar.Bu olgu,Arapların lehine çok önemli bir kültür özelliğidir ve işte bu bakımdan Kurtuba’da,başka hiçbir büyük kentte rastlanmasına olanak bulunmayan bir sayıda,tam 990 halka açık hamam bulunmaktaydı…İspanya’da yetmiş büyük halk kitaplığı bulunuyor ve yalnızca Kurtuba’daki kitaplığın kitap sayısı 600 binlere ulaşıyordu.Yüksek okulların sayısı on yediydi;buralarda Hıristiyanlar ve Museviler,Araplar ile birlikte dostça,barış içinde eğitim görüyorlar,birbirleriyle yarışırcasına öğreniyorlardı.Hatta İlkokul benzeri kurumlara da rastlamak mümkündü ve okuma yazma bilmeyen Arap yok gibiydi…Avrupa’nın hemen her ülkesinden gençler akın akın İspanya’ya geliyor,burada bilgi ve eğitimin yanı sıra şövalye nezaketi edinmeye çalışıyorlardı;çünkü bu türden davranışlar konusunda da Kurtuba Sarayı büyük bir üne kavuşmuştu…Araplar neşeli,yaşamayı seven insandı;bedensel hazlarına, din önemli bir engel getirmemişdi;ilgiyi,eğitimi severdi;din konularında son derece hoşgörülü olan bu insan,Hıristiyan gençliği elbette kolayca etkiliyebiliyordu.
    Dünyayı önemsemeyip küçümseyen, bedenin çarmıhta acı çekmesini, duyumsal hazların baskı altına alınmasını vaz’eden Hıristiyanlık,Müslümanlığın tam karşı kutbunda yer alıyordu.
    İspanyol Hıristiyanları, daha önce Arapların eline geçmiş bir ülkenin efendileri olur olmaz Endülüslere ve Yahudilere acımasız, kanlı bir zulüm başlatıldı.
    Kendilerine verilen sözlere rağmen teslim koşullarına uyulmadı: Camiler tahrip edildi, binlerce Endülüslü (Emevi) ve Yahudi katledildi ya da,her türlü şiddete başvurularak Hıristiyanlaştırıldı.Milyonlarca insan Afrika’ya göç etmek zorunda kaldı.
    Yüksekokullar kapatıldı, kitaplar ateşlere atılıp, bilimsel aygıtlar kırılıp parçalandı, böylece paha biçilmez değerler içeren kitaplıklar yok oldu.Kardinal Ximenes,bir milyon cildin yok edilmesi için buyruk vermiş olmakla övünürdü.
1526 yılına gelindiğinde, biçimsel benimsemeleri göz önünde tutmazsak, İspanyol toprağı üzerinde tek bir ‘kafir’ kalmayıp, herkes yeniden Hıristiyan olmuştu. Arapça kitapları yok etmeleri, ana dillerinde okumama, yazmama ve evlerinde konuşmama zorunluluğu getirildi… halka açık tüm hamamların yıkılmasına karar alındı.1609 yılında III. Filip,Endülüs kökenli tüm İspanyolların ülkeyi terk etmelerini emreden bir bildiri astırdı…Don Kişot’un ünlü yazarı Cervantes bile bu önlemlere alkış tutmakta tereddüt etmedi…XVIII yy.’da ülkenin başkenti Madrid’de tek bir kitaplık yoktu,hiçbir yerde öğretmen ve okul kalmamış,bilimsel içerikli kitaplara rastlanmaz olmuş,bütün ülkede kamu hukuku,botanik,fizik ve anatomi alanında profesör bulma olanağı kalmamıştı.”1
    Sonuç: Mitolojileri bir tarafa bırakan sujet’nin doğrudan objet’yi inceleyerek ondan bilgi edinmeye çalışmaları, İlkçağ’da Altın Çağ Dönemi için yenilikleri tetiklemiş oldu.
    Ne varki Ortaçağ’da sujet ile objet arasına kilisenin girmesiyle karanlık dönem yaşandı ve bütün yenilikler durduruldu.
    Rönesansla birlikte sujet’nin tekrar objet’ye dönmesiyle Avrupa ve ondan esinlenmiş olan diğer ülkeler gelişmişliğin zirvesine çıktı.
    İslam Dünyası başlangıçta sujet ile objet’yi buluşturduğundan Altın Çağ dönemini yaşadı. Ne zaman ki sujet ile objet arasına Din girdi, Müslümanlar Ortaçağın karanlık dönemini yaşamaya başladılar ve halen yaşamaktadırlar.
Sujet ile objet’nin arasından dini kaldırmadıkça, başka bir anlatımla Platon’un ve Galileo’nun adlandırdığı gibi Büyük Kutsal Kitaba (Doğa’ya) dönülmedikçe İslam Dünyası karanlıkta kalmaya mahkûmdur(İslam Uygarlığı’nın Ortaçağı). Bunu aşmanın yolu İslam Uygarlığı’nın kendi Rönesans’ını, Reformu’nu, Bilimsel Devrimini ve Aydınlanmasını gerçekleştirerek kendi Modern Çağı’nı ulaşarak, din ile bilimi birbirinden ayrı tutarak, bir başka anlatımla dini din gibi, bilimi de bilim gibi yaşamaktan geçer.
    Mustafa Kemal Atatürk sayesinde Modern Çağı yakalamış olan Türkiye, ne yazık ki son dönemlerde kimileri tarafından, onarılması güç olacak şekilde adeta geriye götürülmeye çalışılıyor.
    Unutulmamalı ki, Güneş balcıkla sıvanamaz.
-------------------------------------
1)August Bebel,a.g.e.,s.174





3 Mayıs 2012 Perşembe

ULUSAL KÜLTÜRÜMÜZÜN YAYILMASI


    Bilindiği gibi insanlar hayvanlardan farklı olarak ihtiyaç ve isteklerini nasıl karşılayacaklarını içgüdüleriyle değil sonradan öğrendikleriyle karşılarlar. Bireyler tutum ve davranışlarını büyük ölçüde toplumlarından öğrenirler. Bu şekilde toplumlarda kişiler, bazı özel isteklerini sınırlayan ve diğerlerininkine benzeyen bir takım örnek davranışlara sahip olurlar. Toplumlarda kişiler arasında ki benzer tutum ve davranış kalıpları da o toplumun kültürel yapısından gelmektedir.
    Her ne kadar kültür değişik şekillerde tanımlanmakta ise de geniş anlamda o, bir toplumun maddi ve manevi değerlerini kapsar. Bir toplumun insanlarının düşünce ve elleriyle kendilerine özgü olarak yaptıkları, meydana getirdikleri her şey o toplumun kültürüdür. Bu nedenle kültür nesillerden nesillere aktarılan maddi ve manevi öğeleriyle bir yaşam tarzıdır diyebiliriz. Bu yaşam tarzı toplumdaki her çeşit bilgiyi; alışkanlıkları, inançları, gelenek ve görenekleri, değer ölçülerini, genel tutum ve bilinçleriyle her çeşit davranış şekillerini içerir. İşte bütün bunlar, o toplum bireylerinin ekseriyeti tarafından benimsenen ve o toplumu diğer toplumlardan ayıran ve o topluma özgü bir yaşam tarzını oluşturur.
    Ancak bir kültür, az veya çok diğer kültürlerden etkilenirler ve birinden diğerine birkaç maddi ve manevi kültür öğeleri geçer. Bu kaçınılamaz bir şeydir. Hele günümüzde değişik iletişim araçlarının yoğunluk kazanmasıyla bu etkilenmeler daha da artmakta ve eski dönemlere göre daha hızlı bir takım kültürel etkileşimler söz konusu olmaktadır.
    Kültür değişmelerinde bilim, teknik zenginlik ve güçlü propaganda araçlarına sahip olan toplumlar, bu alanda zayıf olan toplumlara oranla bir üstünlük ve cazibeye sahiptirler. Bu şekilde güçlü toplumların kültürleri geri kalmış toplumlar için ulaşılacak bir hedef ve öykünecek bir model haline gelebilir. Bununla birlikte zaten güçlü toplumlar da kendi kültürlerini yaygınlaştırmak isteğinde bulunacaklardır.
    Kültürel etkileşimler karşısında toplumlarda değişik tutumlar gözlenebilinir: Kimileri kendi kültürlerinin değeri hakkında şüpheye düşerler, hatta geri ve yararsız olduğuna inanırlar ve etkilendikleri kültürü tüm öğeleriyle benimseyebilirler. Kimilerinin de diğer kültürü bütünüyle reddederler. Ancak bu iki tutum da mantıklı olmayıp daha çok duygusaldır. Bu konuda izlenmesi gereken yol; kendi kültürünün dokusunu bozmayacak, tersine onun canlanmasını ve filizlenmesini sağlayacak durumda diğer kültürlerden kimi değerlerin alınmasının mümkün olabileceği şeklinde düşünülmelidir.
    Konuya bazı açıklıklar getirmek üzere yakın tarihimizden birkaç örnekler vermek mümkündür:
    Tanzimatla birlikte Osmanlı aydınları ve devlet adamları, Batı’nın birçok alanda üstünlük kazandığını görür ve bu üstünlüğü kabullenir. Ancak, genelde kendi değerlerinden veya kültürlerinden şüphe etmezler. Onlar, Batı’nın kimi özelliklerini almaya çalışırken, kendi değerlerinin de yükselebileceklerine inanıyorlardı.
    Cumhuriyet dönemi aydını Batı’nın üstünlüğünü kabul etmeye devam etti. Fakat bu sefer farklı bir durum ortaya çıktı. Milli Kurtuluş’un zaferle sona ermesine rağmen, Türk aydını kendi değerlerinden şüphe etmeye başladı. Ancak kendi milli değerlerinden şüphe etmesi Türk aydınını Batı karşısında aşağılık kompleksine kapılmasına sebep oldu. Bu psikolojik durum sonunda cumhuriyet aydınını reddi-i mirasa, yani Osmanlıya ait her şeyi reddetmeye, hor görmeye kadar götürdü. Bu şekilde, aydınlarımızda Batı karşısında aşağılık duygusuyla birlikte hayranlık duygusu da ortaya çıktı. Artık Türk aydını reddi-i mirasla milli kültür zeminini de kabul etmiyor, hatta inkâr ediyordu.
    Bu inkâr, Türk aydınını boşlukta bıraktı. Bunun için de, Cumhuriyetle birlikte yeniden yapılanmak gerekiyordu. Fakat hangi zemin üzerinde yeniden yapılanma olacaktı? Milli zemin olarak Osmanlının reddi vardı. Bu nedenle Avrupa’nın ne şekilde öykünüleceği, onun hangi kültürünü hangi zemin üzerine oturtturulacağı bilinmiyordu. Oysaki yapılacak iş çok basitti: Osmanlının milli ve tarihi gerçeği kabul edildikten, bu zemin üzerindeki yabancı öğeler temizlendikten ve Batı kültüründen alınması düşünülen öğelerin ciddi bir ayıklanmaya tabii tutulduktan sonra “Yeniden yapılanma” veya “Ulusal yapılanma” şeklinde olacaktı.
    Bu sorun, 1930’lu yıllarında fark edildi. Özellikle Mustafa Kemal Atatürk uygulanan kültürel politikadan vazgeçip tamamen ulusal bir politikayı benimsedi. “Türk Tarihini Tetkik Cemiyeti” ile “Türk Dilini Tetkik Cemiyeti”ni kurarak ulusal kültür zeminini keşfetme, tanıma ve bu zemin üstünde modern yöntemlerle ulusal kültür çatısını kurmayı başlattı. Bu davranış hem bilimsel, hem mantıksal hem de ulusaldı. Fakat bu dönem uzun sürmedi. Atatürk’ün ölümünden sonra değişen kültür politikayla ulusal zemin bulunulamamış ve onun üstünde “Çağdaş Türk Kültür Unsurları” yükseltilememiştir. Bundan dolayı Türk kültürü yaratıcılığını ve özgünlüğünü yitirdi. Bunu bulup ortaya çıkartmak Türk aydınlarına düşmektedir.
Sonuç olarak; kalkınma, çağdaşlaşma ve dünyaya açılma yönünden büyük atılımlar içerisinde bulunan ülkemizde, hem kendi ulusal kültürümüzü korumak, hem de kültürümüzün geliştirilmesini, tanıtılmasını veya yayılmasını sağlayabilmek için yapılması gerekenleri şu şekilde sıralayabiliriz:
1- Günümüzde Türk kültürünün sorunu; kültür zeminini, ürünlerini ve değerlerini kendi aydınlarımıza tanıtamayışımız, öğretemeyişimizdir. Ulusal kültür yalnız sosyal bilimcilerin işi değildir. Kültür herkesin bilinçle yaklaşması gereken bir alandır. Bu bakımdan felsefeci, hukuk adamı siyasetçi, fen bilimcisi, iktisatçı, işletmeci, sosyolog v.d. kendilerini kültürden sorumlu hissetmelidir. Aksi durumda felsefeleşmemiş bir kültür, kavramları ulusal olmayan bir siyaset, terimleri Türkçeleşmemiş ktisat veya sosyoloji ulusu nasıl çağdaşlaştırabilecek ve yüceltebilecek?
2- Yeni yetişen nesillere ulusal kültürümüzü en iyi şekilde tanıtmanın ve öğretmenini ne kadar önemli olduğundan şüphe yoktur. Bu nedenle Milli Eğitim Bakanlığı’nın örgün eğitim sistemini Türk kültürüyle yoğurma çalışmalarını artırarak süreklilik kazandırmalıdır. Ders programları, kitap ve diğer araçlar ulusal kültürün öğretilmesi ve ulusal bilincin yaygınlaştırması yolunda yeniden düzenlenmelidir.
3- Cumhuriyet döneminde önce Arapça, Farsça ve Osmanlıca olarak yazılmış olan ve kültürümüzle yakında ilgisi bulunan el yazmaların ve basılı kitapların zaman kaybedilmeksizin uzmanlar tarafından Türkçeye kazandırmalıdır. Bu konuda Kültür Bakanlığı’nın birkaç yılıdır başlatmış olduğu çeviri faaliyetlerini minettle karşılıyoruz.
4- Kültürün gelişmesinde ve değişmesinde yalnız ulusal kültür zemininden esinlenmek yeterli değildir. Diğer toplumların deneyimlerinden ve yaptıklarından da yararlanarak ve eleştiri süzgecinden geçirerek toluma mal etmelidir. Bunun yolu da çeviriden geçer. Çünkü her toplumda, çeviri döneminin ardından “Altın Çağ” dönemi yaşanmıştır. Buna örnek olarak İslam Dünyası, Süryaniler tarafından Eski Yunancadan Arapçaya yapılan çevirilerden sonra “Altın Çağı” yaşadıkları gibi, Batı Dünyası, bu sefer Arapçaya çevrili tüm eserleri, İspanyol Yahudileri tarafından Latinceye çevirerek önce Rönesans’ı ve daha sonra da bilimsel devrimleri gerçekleştirdiler.
5- Türk dili kesinlikle yabancı dillerin baskısından kurtarılmalıdır. Düşünce, fikir ve sanat hayatımızın fakirliliği kültürümüzün felsefe boyutunu kazanamayışının sebeplerinden biridir. Bunu da, esasında zengin bir dil olan Türkçemizi felsefe, teknik ve bilimsel yönden geliştirerek aşabiliriz Bunun içindir ki, önce çocuklarımıza iyi bir Türkçe öğretmelidir. Türkçenin eğitim, öğretim ve bilim dili haline gelmesini sağlayan ve buna süreklilik kazandıran önlemler alınmalıdır. Bu şekilde dilde çölleşmeye doğru gidiş durdurulmalıdır.
6- Günümüzdeki maddi ve manevi değerleri ortaya koyabilmek için, Kültür Bakanlığı’yla Üniversiteler arasında kurulacak sıkı bir işbirliğiyle toplum; sosyolojik, ekonomik, folklorik, dil, din ve sanat yönünden taranmalı ve yapılan çalışmalar halka sunulmak üzere yayınmalıdır.
7- Kaybolmaya yüz tutmuş maddi kültürel araç ve gereçlerle, bunlarla üretilmiş olan eserlerin sergilenmesi için müzeler, özellikle etnografya müzeleri her bölgede açılmalıdır. Ayrıca müzelerdeki kültürel değerler, ülkemizdeki diğer kültürel değerle birlikte fotoğraf, resim, gazete ve özellikle TV aracığıyla diğer insanlara ulaştırılmalıdır. Radyo, televizyon ve sinemanın gücü dikkate alınarak yapılacak yayınlar ulusal kültürümüzü geliştirecek nitelikte olmalı, özellikle kendi kültürümüzü tanıtacak filimler ve dizilere daha çok yer verilmeye çalışılmalıdır.
8- Görsel, işitsel veya daha geniş anlamıyla Güzel Sanatlar, kültürün somutlaştığı alanlardır ve taşa, çamura, demire, tuvale, boyaya, renklere biçim ve içerik kazandırmak sanatıdır. Ulusal kültürü yaratmak, sevimli kılmak, tanıtmak bu sanatların alanına girer. Bu bakımdan bu alanlara kaliteli, yetenekli ve bilinçli elemanlar yetiştirilmelidir. Bu alanlar işin uzmanı olmayan kişilere bırakılmamalıdır. Yurt dışına; özellikle müzik, resim, heykel, grafik, sinema ve tiyatro gibi dallarda yetiştirilmek üzere gençler gönderilmelidir. Bütün bunlar Kültür Bakanlığı tarafından düzenlenmeleri yerinde olur.
    Kültür Ataşelikleri aracılığıyla kendi maddi ve manevi kültürümüz, Uluslar arası platformda tartışılmalı, aynı şekilde onların kültürü de araştırmalıdır. Bu amaçla diğer ülkelerle karşılıklı bilimsel gezileri düzenlemek ve bilgi alış-verişinde bulunmak  yararlı olacaktır diye düşünüyorum.