Felsefenin temel sözcüklerinden biri olan sujet; sorgulayan,eleştiren,bilgi edinmek isteyen,ayrıca özdeşlik ilkesine sahip olan ve düşünen insandır.
Aristoteles’ten günümüze kadar,çok iyi bilinen özdeşlik veya aynılık ilkesi genellikle a=a dır şeklinde gösterilen “bir şey ne ise, o dur”kuralıdır.
Doğada kendilerinin dışında birbirleriyle özdeş olan hiçbir varlık/lar yoktur. Doğa özdeş değil benzer varlıklardan bile nefret eder.Doğada, kendiliğinden var olan her şey ancak kendisiyle özdeştir.Doğaya,benzer varlıkları eklemek daha çok insanın marifetidir.Benzer olan hiçbir varlık/lar özdeş değildir.Nesneler dünyasında,kendisiyle özdeş olan varlıkların dışında özdeş varlıklar aramak boşunadır.Özdeşliği,özdeş olan varlıkla,düşüncede o varlığa karşılık olan sözcükte aramak gerekir.
Diğer tanımlarla birlikte, varolanı düşüncedeki sözcükle örtüştürülebilen insan, felsefesinin konusu olan sujet’dir.
Objet’ye gelince; “objectum Latincede ‘önde, karşıda bulunan’ anlamına geliyor.”Bu sözcük felsefede ilk kullanılmaya başlandığı XIII. yüzyılda bugünküne benzer bir iki-anlamlılık içeriyordu. Bir yandan gerçekten varolan şey, öbür yandan ‘bilinen şey’ anlamında kullanılıyordu. Bu iki anlamlılığa son veren Duns Scottus’tur:O,bu sözcüğü ‘bilinen şey’ anlamında kullanmaya başlıyor.Ancak Ortaçağ’ın ‘bilinen’ şey bugün bizim bilimsel olarak ‘nesne’ olarak adlandırdığımız şeyle aynı şey değil.”1
Latince “hemen şimdi” anlamına gelen “modo” sözcüğünden türetilmiş olan “modernus” sözcüğünün ilk defa M.S. 5. yüzyılda Ortaçağ Avrupa’sında Hıristiyan olanların kendilerini pagan olanlardan ayırt etmek için kullanıldığı bilinmektedir. Latince “modernus” sözcüğünden türetilen “modern” sözcüğü, geleneksel veya eski olana bir tepki olarak ortaya çıkan şey anlamında da kullanıldığından “hemen şimdi” burada olan sujet’nin, “hemen şimdi” burada olan objet’yle ilgilenmesi, onu incelemesi ve ondan dolaysız olarak kendince bilgi edinmesi anlamında da kullanılabilir.Bu şekilde de geleneksel olanın karşısına yeni bir yöntem getirilmiş olunur.
Bu üç sözcüğün açıklanmasından sonra, bu yazıda, özellikle “modern” sözcüğünü anahtar sözcük olarak kullanılarak, iki uygarlığın (Hıristiyan ve İslamUygarlığ’ın)kültürel kökenleriyle birlikte karşılaştırılması yapılmaya çalışılacaktır.
---------------------------
1)Önay SÖZER,Felsefenin ABC’si,Kabalcı,İst.,1998 s.,73-74
Yunan mitolojisinde, sorgulanmadan doğrudan kabul edilen bilgilere karşı,Antik Çağ filozoflarının geliştirdiği “hemen şimdi” yöntemi,bir başka anlatımla sujet’nin direkt objet’yi sorgulaması ve onun hakkında bilgi edinmeye çalışması bir yenilik olsa gerek.
Yunan Mitolojisini bir yana bırakarak aklıyla objet’yi sorgulamaya çalışan ve ondan kendince bilgi edinmeye çalışan Thales, felsefe alanında ilk yenilikçidir.O,canlıların su’suz var olamayacağını fark ettiğinde yeniliğini ortaya koymuştu.
Bir şeyin karşıtı var ise, o şey en azından karşıtının “ilke”si olamayacağını ileri sürüp,her şeyin ilkesinin,sınırsız ve sonsuz anlamına gelen “Apeiron”un olduğunu söyleyen Anaximandros da Thales’e karşı kendi yeniliğini bulmuştu.
Canlıların var olmasında havanın, sudan daha fazla gerekliliğini sezen Anaximenes de kendi yeniliğini bulmuştu
Dünya’nın matematiksel harflerle Tanrı tarafından yazılarak insanlara gönderilen bir mektup olduğunu yazan “Platon, deney yapma yerine,ölçüsüzce saf matematiğe önem verdi.Ona göre sayılar her şeydi.Hatta Akademia’nın kapısına şöyle yazdırmıştı: ‘Geometri bilmeyen hiç kimse girmesin’…Ayrıca Platon,insanlığın Tanrı’ya Doğa’yı inceleyerek ulaşabileceği düşüncesini geliştirmişti.Dahası,ona göre,insanoğlu kendini içinde yaşadığı dünyayı araştırmaya adamalıydı”1
İlkçağda, özellikle Antikçağ’da bu şekilde yeniliklerini bulan onlarca filozof yaşadı.Fakat,21 yumurtayı bir kuluçka altına koyup,hergün bir yumurta kırarak yumurtadan civcivin çıkışının evrelerini gözleyen Aristoteles’in yeniliği çok daha farklıydı.
Bütün yenilikler, ne yazık ki, Latince “modernus” sözcüğünün Hıristiyanlar tarafından kullanılmaya başlanmasından yüzyıl sonra son buldu.Sujet ile Objet’nin arasına kilise girerek adeta objet karartıldı.Hiç kimse,özgürce sorgulayıp objet hakkında bilgi sahibi olmaya çalışamazdı.
“Bizans Kilisesi, Justinianos I. döneminde (527-569) bir yandan çoktanrıcılık suçlamasıyla Atina Okulunu kapatıp (529) Eski Yunan düşüncelerini yasaklayarak, öte yandan İsa’nın Tanrı sayılıp sayılamayacağı konusunda, Hıristiyanlar arasında çıkan görüş ayrılıklarında Nesturiler gibi çeşitli akımların savundukları görüşü yasakladı. Yasaklananlar, o dönemde Bizans’ın en güçlü karşıtı olan İran’a sığınmışlardır. Bu dönemde İran,gerek eski Yunan düşüncesini koruyanların gerekse Bizans Kilisesinin sapkın olarak nitelediği Hıristiyan Nesturilerin,Manicilerin,vb. inanç ve düşüncelerini koruyabildikleri bir yer oldu.
-----------------------------------
1)M.White,Leonarda İlk Bilgin,Ç.,Çev.,A.Aybars ÇAĞLAYAN,İnkılap Y.İST.,2001,s.47
Bizans’ın sürgün ettiği Nesturiler ve Eski Yunancılar İran’da toplanıp kaynaştılar. Öyle ki Hıristiyan Nesturiler, Eski Yunan yapıtlarını Bizans’ın baskısından uzak, özgürce okuyor ve başka dillere çeviriyorlardı. Müslümanların ilk yayıldıkları ülkelerden biri de Eski Yunan yapıtlarını koruyan Nesturi Kilisesi’nin bulunduğu İran oldu.”1
Hıristiyanlar, bu karanlık döneme girmeden önce, eski uygarlıkların binlerce eserin toplandığı İskenderiye Kütüphanesini de yakmışlardı: “ …birçok Avrupalı yazarın İskenderiye’deki Aeropeum Kitaplığı’nın yok edilmesini İskenderiye’nin Halife Hz. Ömer tarafından ele geçirilmesine bağlamaya çalışması ve kütüphanenin, banyosunu ısıtmak için bu kitapları kullanmaktan çekinmediği ileri sürülen Hz. Ömer’in gaddarlığına kurban olduğunu ileri sürmeleri, inandırıcılıktan tamamen uzaktır. Gerçekte kütüphane M.S.391 yılında Piskopos Theophilius’un önderliğindeki Hıristiyan fanatikleri tarafından yakıldı ve bütün astronomi, fizik ve matematik yapıtları yok edilmiştir. M.S.410 yılında Aziz Krill de onun izinden giderek İskenderiye bilgeliğinin örnek, ama ona göre,dinsiz temsilcisi Hypatia’yı öldürtmüştür.İskenderiye Kütüphanesi’nin yok edilmesi eski çağın son bilgi kalıntılarının da sonu demekti.”2
Ortaçağ Hıristiyanlığında özgürce Doğa’yı sorgulayarak bilgi edinmek yeniliğinden o kadar uzaklaşıldı ve hantalaştıki, kimileri bulunduğu makamdan güç alarak anlatılanlarla alay edebiliyordu: “Bütün sistem (Batlamyus Sistemi) o kadar hantalaşmıştıki,M.S.1252-1284 yılları arasında İspanya Kralı olan Castileli X.Alfonso’ya (1221-1284) Ptolemaios’un modeli ilk kez anlatıldığında, ‘Yüce Yaradan,Yaratılış işlerine girişmeden önce bana,Alfonso’ya,fikrimi sorsaydı,çok daha iyi bir şey önerebilirdim’ diye söylendiği rivayet edilir.”3
Uzun karanlık dönemden sonra tekrar Doğa’ya dönmek için birçok filozofun kendilerini feda edercesine çalışmaları gerekmişti. Yeniden Doğuş(Rönesans)güç olmuştur.
Galileo’ye göre; “Doğa felsefesi, her zaman önümüzde açık duran büyük kitapta, yani evrende yazılıdır.Ama önce dilini,kullandığı simgelerin anlamını öğrenmeden kitabı anlayamayız.Kitap matematik dilinde yazılmıştır ve simgeleri üçgenler,daireler ve öteki geometrik şekillerdir.Onların yardımı olmadan kitabın tek bir sözcüğü anlaşılamaz ve insan karanlık bir labirentte boş yere dolaşır durur.”4
--------------------------------------------------
1)Cengiz ÖZAKINCI, İslam’da Bilimin Yükselişi ve Çöküşü,Otopsi Yay. İstanbul,2000,s.229
2)August BEBEL, Hz. Muhammed ve Arap-İslam Kültürü Dönemi,Vorsdorfs
-Leipzig,Eylül 1883,Ç.,Veysel Ataymay,2003,İstanbul.,s.133
3)James T.CUSHİNG,Fizikte Felsefi Kavramlar,Ç.,B.Özgür Sarıoğlu,Sabancı Üniv.İst.,2003,s.81
4)Erdal İNÖNÜ, Bilimsel Devrim ve Stratejik Anlamı, TÜBA, Akademik Forumu 21,s.25.
Avrupa,16.ve17.yüzyıllardaCopernicus,Vesalius,Kepler,Galileo,Descartes,Bacon,Newton ve diğerleri sayesinde bilimsel devrimi gerçekleştirerek 17. ve 18. yüzyıllardan itibaren de bilim akademilerini kurarak günümüzdeki bilimsel düzeye ulaştılar.
Son yüzyıllarda yapılan bilimsel yeniliklerin tümünün yüzde 15 Avrupa ülkeleri tarafından yapıldığını unutmamak gerekir.
Ortaçağ’da Avrupa Hıristiyanlık Dünyası karanlık bir dönem yaşarken, Batı Uygarlığının ortaya çıkışında ve yükselişinde önemli katkısı olan Antik Çağ Yunan kültürünün Altınçağ döneminin benzerini 8.yüzyıldan 16.yüzyıla kadar İslam Dünya’sı yaşadı. Buna İslam Uygarlığı’nın Altınçağı denilebilir.
İslam Dini, akla,bilime,düşünmeye önem verdiğinden 8.yüzyıldan itibaren Eski Çağlardan kalma önemli eserler,özellikle Süryaniler aracılığıyla Arapçaya çevrildi.Eski Yunan,Hint ve İran dillerinde yazılmış eserler Arapçaya çevrilerek İslam’ın altınçağ dönemine zemin hazırlanmış oldu.
Başta Bağdat olmak üzere İslam ülkelerinde birçok kültür merkezleri kuruldu.
Ebu Bekr Zekeriyya Razı, Farabi,İbni Sina,İbn Rüşt vd.gibi birçok filozof ve bilim insanları sayesinde felsefe başta olmak üzere,matematik,astronomi,tıp,kimya ve diğer alanlarda birçok yenilikler yapıldı.
İspanya’ya M.S.711 tarihinde geçmiş olan Müslümanların bu ülkeye getirdikleri yeniliklerin bir kısmını, Alman ateist August Bebel,1883’de yazdığı kitabında şöyle anlatmaktadır. “uçarı, aklı havada bir insan olan Kral Roderich,Centa Valisi’nin Toledo’da yetişmiş olan kızına zorla sahip oldu.Kızın babası bu ayıbı duydu ve öç almaya yemin etti.Halife adına Kuzey Afrika’yı yöneten Ebu Mula’nın yaveri Tarık bin Ziyad ile irtibata geçen vali,onu İspanya’yı istilaya çağırdı.Tarık bin Ziyad,Musa ile anlaşarak 711 yılında İspanya’nın kendi adıyla anılacak olan Cebelitarık Boğaz’ından geçti…Kurtuba,gelişme yönünden Bağdad ile yarışacak duruma geldi…Yollar taşlarla döşenmişti ve gezinti yerleri akşamları sayısız fenerle aydınlatılır,Guadalkivir Nehri’nin kıyısında gece fenerlerin ışığında saatlerce gezilebilirdi.Bundan 700 yıl sonra Londra’da tek bir sokak feneri bulunmadığı gibi,Paris’te kötü ve elverişsiz hava koşullarının egemen olduğu durumlarda insanların büyük bir sefalet içinde çırpınmaları kaçınılmazdı;aynı tarihlerde Berlin,adı sanı bilinmeyen küçük bir taşra kentiydi.
Muazzam debdebeli birer yapı olarak göze çarpan sayısız camii arasında 19 sahınlı bir camii, bugün Hıristiyan katedralı olarak kullanılmakta ve hala hayranlık uyandırmaktadır… Bütün bu yapıtların içinde en büyüğü,bugün hala hayranlık uyandıran,Granada’daki ünlü Elhamra Sarayı’dır.
Adetlerden biri, Arapları çağlarındaki Hıristiyanlardan ayırdığı gibi ,onlara büyük bir avantaj da sağlıyordu:Temizlik adetiydi bu.Araplar nereye yerleşirse yerleşsinler,ilk iş olarak geniş,halka açık hamamlar kuruluyordu,oysa aynı dönemlerde,Hıristiyanlar için pislik ve tiksindirici artıklar içinde yaşamak,Tanrı’nın hoşuna gitmenin belirtisi sayılmaktaydı;Hıristiyan azizleri ve kendini dine adamış kimseler özellikle pislik ve kir içinde,börtü böcekle birlikte hayvan gibi yaşamayı,Tanrı’nın gözüne girmenin bir yolu sanılıyor,ot yiyerek beslenmekten geri kalmıyorlardı.Yıkanmak ve üst baş değiştirmek dünyaya dönük çabalar sayıldıklarından,günahın da belirtisiydiler.Tüm ortaçağ boyunca sahiblerin yüzleri ve ellerinden başka bir yerlerini yıkamaları kesinlikle yasak değil miydi?O da tek elle üstelik.Ayrıca Aziz Silvania’nın altmış yaşına kadar ne elini ne yüzünü ne de başka bir yerini yıkamamış olmakla ünlü olduğu,yalnızca komünyon toplantılarına giderken parmak uçlarının suya batırdığının bilmeyen var mı?Melekler Kuralı,yıkanmayı kafir işi diye yasaklamamış mıdır?Tersine İslamiyet her müslümanın her gün yıkanmasını ve tertemiz olmasını zorunlu kılar.Bu olgu,Arapların lehine çok önemli bir kültür özelliğidir ve işte bu bakımdan Kurtuba’da,başka hiçbir büyük kentte rastlanmasına olanak bulunmayan bir sayıda,tam 990 halka açık hamam bulunmaktaydı…İspanya’da yetmiş büyük halk kitaplığı bulunuyor ve yalnızca Kurtuba’daki kitaplığın kitap sayısı 600 binlere ulaşıyordu.Yüksek okulların sayısı on yediydi;buralarda Hıristiyanlar ve Museviler,Araplar ile birlikte dostça,barış içinde eğitim görüyorlar,birbirleriyle yarışırcasına öğreniyorlardı.Hatta İlkokul benzeri kurumlara da rastlamak mümkündü ve okuma yazma bilmeyen Arap yok gibiydi…Avrupa’nın hemen her ülkesinden gençler akın akın İspanya’ya geliyor,burada bilgi ve eğitimin yanı sıra şövalye nezaketi edinmeye çalışıyorlardı;çünkü bu türden davranışlar konusunda da Kurtuba Sarayı büyük bir üne kavuşmuştu…Araplar neşeli,yaşamayı seven insandı;bedensel hazlarına, din önemli bir engel getirmemişdi;ilgiyi,eğitimi severdi;din konularında son derece hoşgörülü olan bu insan,Hıristiyan gençliği elbette kolayca etkiliyebiliyordu.
Dünyayı önemsemeyip küçümseyen, bedenin çarmıhta acı çekmesini, duyumsal hazların baskı altına alınmasını vaz’eden Hıristiyanlık,Müslümanlığın tam karşı kutbunda yer alıyordu.
İspanyol Hıristiyanları, daha önce Arapların eline geçmiş bir ülkenin efendileri olur olmaz Endülüslere ve Yahudilere acımasız, kanlı bir zulüm başlatıldı.
Kendilerine verilen sözlere rağmen teslim koşullarına uyulmadı: Camiler tahrip edildi, binlerce Endülüslü (Emevi) ve Yahudi katledildi ya da,her türlü şiddete başvurularak Hıristiyanlaştırıldı.Milyonlarca insan Afrika’ya göç etmek zorunda kaldı.
Yüksekokullar kapatıldı, kitaplar ateşlere atılıp, bilimsel aygıtlar kırılıp parçalandı, böylece paha biçilmez değerler içeren kitaplıklar yok oldu.Kardinal Ximenes,bir milyon cildin yok edilmesi için buyruk vermiş olmakla övünürdü.
1526 yılına gelindiğinde, biçimsel benimsemeleri göz önünde tutmazsak, İspanyol toprağı üzerinde tek bir ‘kafir’ kalmayıp, herkes yeniden Hıristiyan olmuştu. Arapça kitapları yok etmeleri, ana dillerinde okumama, yazmama ve evlerinde konuşmama zorunluluğu getirildi… halka açık tüm hamamların yıkılmasına karar alındı.1609 yılında III. Filip,Endülüs kökenli tüm İspanyolların ülkeyi terk etmelerini emreden bir bildiri astırdı…Don Kişot’un ünlü yazarı Cervantes bile bu önlemlere alkış tutmakta tereddüt etmedi…XVIII yy.’da ülkenin başkenti Madrid’de tek bir kitaplık yoktu,hiçbir yerde öğretmen ve okul kalmamış,bilimsel içerikli kitaplara rastlanmaz olmuş,bütün ülkede kamu hukuku,botanik,fizik ve anatomi alanında profesör bulma olanağı kalmamıştı.”1
Sonuç: Mitolojileri bir tarafa bırakan sujet’nin doğrudan objet’yi inceleyerek ondan bilgi edinmeye çalışmaları, İlkçağ’da Altın Çağ Dönemi için yenilikleri tetiklemiş oldu.
Ne varki Ortaçağ’da sujet ile objet arasına kilisenin girmesiyle karanlık dönem yaşandı ve bütün yenilikler durduruldu.
Rönesansla birlikte sujet’nin tekrar objet’ye dönmesiyle Avrupa ve ondan esinlenmiş olan diğer ülkeler gelişmişliğin zirvesine çıktı.
İslam Dünyası başlangıçta sujet ile objet’yi buluşturduğundan Altın Çağ dönemini yaşadı. Ne zaman ki sujet ile objet arasına Din girdi, Müslümanlar Ortaçağın karanlık dönemini yaşamaya başladılar ve halen yaşamaktadırlar.
Sujet ile objet’nin arasından dini kaldırmadıkça, başka bir anlatımla Platon’un ve Galileo’nun adlandırdığı gibi Büyük Kutsal Kitaba (Doğa’ya) dönülmedikçe İslam Dünyası karanlıkta kalmaya mahkûmdur(İslam Uygarlığı’nın Ortaçağı). Bunu aşmanın yolu İslam Uygarlığı’nın kendi Rönesans’ını, Reformu’nu, Bilimsel Devrimini ve Aydınlanmasını gerçekleştirerek kendi Modern Çağı’nı ulaşarak, din ile bilimi birbirinden ayrı tutarak, bir başka anlatımla dini din gibi, bilimi de bilim gibi yaşamaktan geçer.
Mustafa Kemal Atatürk sayesinde Modern Çağı yakalamış olan Türkiye, ne yazık ki son dönemlerde kimileri tarafından, onarılması güç olacak şekilde adeta geriye götürülmeye çalışılıyor.
Unutulmamalı ki, Güneş balcıkla sıvanamaz.
-------------------------------------
1)August Bebel,a.g.e.,s.174
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder