3 Mayıs 2012 Perşembe
ULUSAL KÜLTÜRÜMÜZÜN YAYILMASI
Bilindiği gibi insanlar hayvanlardan farklı olarak ihtiyaç ve isteklerini nasıl karşılayacaklarını içgüdüleriyle değil sonradan öğrendikleriyle karşılarlar. Bireyler tutum ve davranışlarını büyük ölçüde toplumlarından öğrenirler. Bu şekilde toplumlarda kişiler, bazı özel isteklerini sınırlayan ve diğerlerininkine benzeyen bir takım örnek davranışlara sahip olurlar. Toplumlarda kişiler arasında ki benzer tutum ve davranış kalıpları da o toplumun kültürel yapısından gelmektedir.
Her ne kadar kültür değişik şekillerde tanımlanmakta ise de geniş anlamda o, bir toplumun maddi ve manevi değerlerini kapsar. Bir toplumun insanlarının düşünce ve elleriyle kendilerine özgü olarak yaptıkları, meydana getirdikleri her şey o toplumun kültürüdür. Bu nedenle kültür nesillerden nesillere aktarılan maddi ve manevi öğeleriyle bir yaşam tarzıdır diyebiliriz. Bu yaşam tarzı toplumdaki her çeşit bilgiyi; alışkanlıkları, inançları, gelenek ve görenekleri, değer ölçülerini, genel tutum ve bilinçleriyle her çeşit davranış şekillerini içerir. İşte bütün bunlar, o toplum bireylerinin ekseriyeti tarafından benimsenen ve o toplumu diğer toplumlardan ayıran ve o topluma özgü bir yaşam tarzını oluşturur.
Ancak bir kültür, az veya çok diğer kültürlerden etkilenirler ve birinden diğerine birkaç maddi ve manevi kültür öğeleri geçer. Bu kaçınılamaz bir şeydir. Hele günümüzde değişik iletişim araçlarının yoğunluk kazanmasıyla bu etkilenmeler daha da artmakta ve eski dönemlere göre daha hızlı bir takım kültürel etkileşimler söz konusu olmaktadır.
Kültür değişmelerinde bilim, teknik zenginlik ve güçlü propaganda araçlarına sahip olan toplumlar, bu alanda zayıf olan toplumlara oranla bir üstünlük ve cazibeye sahiptirler. Bu şekilde güçlü toplumların kültürleri geri kalmış toplumlar için ulaşılacak bir hedef ve öykünecek bir model haline gelebilir. Bununla birlikte zaten güçlü toplumlar da kendi kültürlerini yaygınlaştırmak isteğinde bulunacaklardır.
Kültürel etkileşimler karşısında toplumlarda değişik tutumlar gözlenebilinir: Kimileri kendi kültürlerinin değeri hakkında şüpheye düşerler, hatta geri ve yararsız olduğuna inanırlar ve etkilendikleri kültürü tüm öğeleriyle benimseyebilirler. Kimilerinin de diğer kültürü bütünüyle reddederler. Ancak bu iki tutum da mantıklı olmayıp daha çok duygusaldır. Bu konuda izlenmesi gereken yol; kendi kültürünün dokusunu bozmayacak, tersine onun canlanmasını ve filizlenmesini sağlayacak durumda diğer kültürlerden kimi değerlerin alınmasının mümkün olabileceği şeklinde düşünülmelidir.
Konuya bazı açıklıklar getirmek üzere yakın tarihimizden birkaç örnekler vermek mümkündür:
Tanzimatla birlikte Osmanlı aydınları ve devlet adamları, Batı’nın birçok alanda üstünlük kazandığını görür ve bu üstünlüğü kabullenir. Ancak, genelde kendi değerlerinden veya kültürlerinden şüphe etmezler. Onlar, Batı’nın kimi özelliklerini almaya çalışırken, kendi değerlerinin de yükselebileceklerine inanıyorlardı.
Cumhuriyet dönemi aydını Batı’nın üstünlüğünü kabul etmeye devam etti. Fakat bu sefer farklı bir durum ortaya çıktı. Milli Kurtuluş’un zaferle sona ermesine rağmen, Türk aydını kendi değerlerinden şüphe etmeye başladı. Ancak kendi milli değerlerinden şüphe etmesi Türk aydınını Batı karşısında aşağılık kompleksine kapılmasına sebep oldu. Bu psikolojik durum sonunda cumhuriyet aydınını reddi-i mirasa, yani Osmanlıya ait her şeyi reddetmeye, hor görmeye kadar götürdü. Bu şekilde, aydınlarımızda Batı karşısında aşağılık duygusuyla birlikte hayranlık duygusu da ortaya çıktı. Artık Türk aydını reddi-i mirasla milli kültür zeminini de kabul etmiyor, hatta inkâr ediyordu.
Bu inkâr, Türk aydınını boşlukta bıraktı. Bunun için de, Cumhuriyetle birlikte yeniden yapılanmak gerekiyordu. Fakat hangi zemin üzerinde yeniden yapılanma olacaktı? Milli zemin olarak Osmanlının reddi vardı. Bu nedenle Avrupa’nın ne şekilde öykünüleceği, onun hangi kültürünü hangi zemin üzerine oturtturulacağı bilinmiyordu. Oysaki yapılacak iş çok basitti: Osmanlının milli ve tarihi gerçeği kabul edildikten, bu zemin üzerindeki yabancı öğeler temizlendikten ve Batı kültüründen alınması düşünülen öğelerin ciddi bir ayıklanmaya tabii tutulduktan sonra “Yeniden yapılanma” veya “Ulusal yapılanma” şeklinde olacaktı.
Bu sorun, 1930’lu yıllarında fark edildi. Özellikle Mustafa Kemal Atatürk uygulanan kültürel politikadan vazgeçip tamamen ulusal bir politikayı benimsedi. “Türk Tarihini Tetkik Cemiyeti” ile “Türk Dilini Tetkik Cemiyeti”ni kurarak ulusal kültür zeminini keşfetme, tanıma ve bu zemin üstünde modern yöntemlerle ulusal kültür çatısını kurmayı başlattı. Bu davranış hem bilimsel, hem mantıksal hem de ulusaldı. Fakat bu dönem uzun sürmedi. Atatürk’ün ölümünden sonra değişen kültür politikayla ulusal zemin bulunulamamış ve onun üstünde “Çağdaş Türk Kültür Unsurları” yükseltilememiştir. Bundan dolayı Türk kültürü yaratıcılığını ve özgünlüğünü yitirdi. Bunu bulup ortaya çıkartmak Türk aydınlarına düşmektedir.
Sonuç olarak; kalkınma, çağdaşlaşma ve dünyaya açılma yönünden büyük atılımlar içerisinde bulunan ülkemizde, hem kendi ulusal kültürümüzü korumak, hem de kültürümüzün geliştirilmesini, tanıtılmasını veya yayılmasını sağlayabilmek için yapılması gerekenleri şu şekilde sıralayabiliriz:
1- Günümüzde Türk kültürünün sorunu; kültür zeminini, ürünlerini ve değerlerini kendi aydınlarımıza tanıtamayışımız, öğretemeyişimizdir. Ulusal kültür yalnız sosyal bilimcilerin işi değildir. Kültür herkesin bilinçle yaklaşması gereken bir alandır. Bu bakımdan felsefeci, hukuk adamı siyasetçi, fen bilimcisi, iktisatçı, işletmeci, sosyolog v.d. kendilerini kültürden sorumlu hissetmelidir. Aksi durumda felsefeleşmemiş bir kültür, kavramları ulusal olmayan bir siyaset, terimleri Türkçeleşmemiş ktisat veya sosyoloji ulusu nasıl çağdaşlaştırabilecek ve yüceltebilecek?
2- Yeni yetişen nesillere ulusal kültürümüzü en iyi şekilde tanıtmanın ve öğretmenini ne kadar önemli olduğundan şüphe yoktur. Bu nedenle Milli Eğitim Bakanlığı’nın örgün eğitim sistemini Türk kültürüyle yoğurma çalışmalarını artırarak süreklilik kazandırmalıdır. Ders programları, kitap ve diğer araçlar ulusal kültürün öğretilmesi ve ulusal bilincin yaygınlaştırması yolunda yeniden düzenlenmelidir.
3- Cumhuriyet döneminde önce Arapça, Farsça ve Osmanlıca olarak yazılmış olan ve kültürümüzle yakında ilgisi bulunan el yazmaların ve basılı kitapların zaman kaybedilmeksizin uzmanlar tarafından Türkçeye kazandırmalıdır. Bu konuda Kültür Bakanlığı’nın birkaç yılıdır başlatmış olduğu çeviri faaliyetlerini minettle karşılıyoruz.
4- Kültürün gelişmesinde ve değişmesinde yalnız ulusal kültür zemininden esinlenmek yeterli değildir. Diğer toplumların deneyimlerinden ve yaptıklarından da yararlanarak ve eleştiri süzgecinden geçirerek toluma mal etmelidir. Bunun yolu da çeviriden geçer. Çünkü her toplumda, çeviri döneminin ardından “Altın Çağ” dönemi yaşanmıştır. Buna örnek olarak İslam Dünyası, Süryaniler tarafından Eski Yunancadan Arapçaya yapılan çevirilerden sonra “Altın Çağı” yaşadıkları gibi, Batı Dünyası, bu sefer Arapçaya çevrili tüm eserleri, İspanyol Yahudileri tarafından Latinceye çevirerek önce Rönesans’ı ve daha sonra da bilimsel devrimleri gerçekleştirdiler.
5- Türk dili kesinlikle yabancı dillerin baskısından kurtarılmalıdır. Düşünce, fikir ve sanat hayatımızın fakirliliği kültürümüzün felsefe boyutunu kazanamayışının sebeplerinden biridir. Bunu da, esasında zengin bir dil olan Türkçemizi felsefe, teknik ve bilimsel yönden geliştirerek aşabiliriz Bunun içindir ki, önce çocuklarımıza iyi bir Türkçe öğretmelidir. Türkçenin eğitim, öğretim ve bilim dili haline gelmesini sağlayan ve buna süreklilik kazandıran önlemler alınmalıdır. Bu şekilde dilde çölleşmeye doğru gidiş durdurulmalıdır.
6- Günümüzdeki maddi ve manevi değerleri ortaya koyabilmek için, Kültür Bakanlığı’yla Üniversiteler arasında kurulacak sıkı bir işbirliğiyle toplum; sosyolojik, ekonomik, folklorik, dil, din ve sanat yönünden taranmalı ve yapılan çalışmalar halka sunulmak üzere yayınmalıdır.
7- Kaybolmaya yüz tutmuş maddi kültürel araç ve gereçlerle, bunlarla üretilmiş olan eserlerin sergilenmesi için müzeler, özellikle etnografya müzeleri her bölgede açılmalıdır. Ayrıca müzelerdeki kültürel değerler, ülkemizdeki diğer kültürel değerle birlikte fotoğraf, resim, gazete ve özellikle TV aracığıyla diğer insanlara ulaştırılmalıdır. Radyo, televizyon ve sinemanın gücü dikkate alınarak yapılacak yayınlar ulusal kültürümüzü geliştirecek nitelikte olmalı, özellikle kendi kültürümüzü tanıtacak filimler ve dizilere daha çok yer verilmeye çalışılmalıdır.
8- Görsel, işitsel veya daha geniş anlamıyla Güzel Sanatlar, kültürün somutlaştığı alanlardır ve taşa, çamura, demire, tuvale, boyaya, renklere biçim ve içerik kazandırmak sanatıdır. Ulusal kültürü yaratmak, sevimli kılmak, tanıtmak bu sanatların alanına girer. Bu bakımdan bu alanlara kaliteli, yetenekli ve bilinçli elemanlar yetiştirilmelidir. Bu alanlar işin uzmanı olmayan kişilere bırakılmamalıdır. Yurt dışına; özellikle müzik, resim, heykel, grafik, sinema ve tiyatro gibi dallarda yetiştirilmek üzere gençler gönderilmelidir. Bütün bunlar Kültür Bakanlığı tarafından düzenlenmeleri yerinde olur.
Kültür Ataşelikleri aracılığıyla kendi maddi ve manevi kültürümüz, Uluslar arası platformda tartışılmalı, aynı şekilde onların kültürü de araştırmalıdır. Bu amaçla diğer ülkelerle karşılıklı bilimsel gezileri düzenlemek ve bilgi alış-verişinde bulunmak yararlı olacaktır diye düşünüyorum.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder