İlkel kabilelerden günümüze kadar sosyo-ekonomik ve kültürel yönden değişerek gelen toplumların dinlerle olan bağlantıları bilimsel yöntemlerle yakından araştırıldığında, ilkel kabilelerde kabile şefin hem yönetici hem de ruhani liderlerdir. Sonraki dönemlerde, bu iki gücün başka kişiler tarafından temsil edildiği, ancak aralarında egemenlik konusunda savaş verildiği görülecektir. Günümüzde gelişmiş toplumlarda bu iki erkin birbirlerinden tamamıyla bağımsız olduğu anlaşılacaktır. Bir başka anlatımla tarihi süreç içinde devlet ve din ilişkisi farklı üç şekilde gelişti.
Bunlardan ilki; din devletin üstünde, devletin her kurumuna egemen olan bir güçtür. Bu konumda, siyasi, sosyal ve hukuki alanın her kademesinde dini kurallar geçerlidir. Devlet dini örgütlenmeden, hukuk dinden henüz ayrılmamıştır. Bu tür devletlere teokratik devlet adı verilir. Sümerliler, Hititler, Ortaçağı Avrupa Ülkeleri, günümüzde Vatikan ve Tibet de olduğu gibi.
Devlet-Din bağlamında ikinci bir yönetim tarzı, devletin dini örgütlenmenin üstünde oluşudur.
Burada da, dini örgüt ve din temsilcileri devlet otoritesine bağlıdır. Siyasi egemenlik devlet ve devlet yöneticilerinin elindedir. Bununla birlikte bu iki güç arasında sıkı bir bağ vardır. Devlet dinden, din devletten henüz ayrılmış değildir. Devlet belli bir din veyahut dinleri devlet dini olarak kabul eder. Diğer dinleri ya tamamıyla yasaklar veya o dine inanlara din alanında özgürlüğü değişik şekilde sunarlar. Bu yönetim tarzında din bilginlerin önemi büyüktür. Devlet yöneticileri bazı konularda onların düşüncesine başvurulur. Sadri Maksudi ARSLA bu tür yönetime nem (yarı) teokrasi adını verir. Tarihteki büyük devletlerin çoğu yarı teokrasi şeklinde yönetilmişti. Osmanlı İmparatorluğu 19.yüzyıla kadar yarı teokrasi ile yönetilmişti.
Devlet-din ilişkisi konusunda üçüncü bir yol daha vardır. Burada devletle din birbirlerinden tamamıyla bağımsızdır; devlet din işlerine din de devlet işlerine hiçbir şekilde karışmaz. Burada vicdan ve din özgürlüğü önemlidir. Dileyen dilediği dine girebilir veya hiçbir dini kabul etmeyebilir. Aynı dine mensup olanlar dini cemiyetler kurabilir, dini işleri düzenlemekte tamamıyla serbesttirler. Ancak, bu cemiyet devlet yönetimine hiçbir şekilde müdahil olmazlar. Devlet nezdinde bu tür cemiyetlerin diğer sivil kuruluşlardan farkı yoktur.
Devlet, kendi varlığı için tehlikeli görmedikçe hiçbir dini yasaklamaz. Ayrıca, bütün dinlere aynı mesafede durur. Başka bir anlatımla, devlet dinlere karşı tamamıyla tarafsız, devlet, devlet olarak dinlerin üstünde ve dışındadır. Bu tür devletlere laik devlet adı verilmektedir. Laik devlet 19.yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkan kamu hukuku anlayışının sonucudur.
Türk Hukuku Tarihi ve Türk Tarihi Ord. Prof. Sabri Maksudi ARSAL’a göre “Laik devlet bütün vatandaşların dini akidelerine (inançlarına) hürmet eden, fakat hiçbir dine diğer dinlere tercih etmeyen, her dine karşı aynı muameleyi yapan din ve itikat sahasını fertlerin hususi işi telakki ettiği için dini zümrelerin dini işlerine müdahale etmeyen, hiçbir dini menetmediği gibi hiçbir dine hiçbir türlü muavenet (yardım) dahi etmeyen dinlere karşı bitaraf kalan devlettir”.
Laik devletlerde insan eğitimi nasıl olmalıdır sorusunu cevaplayabilmek için, önce eğitim ne olduğunu açıklamak gerekir.
Batı dillerinde eğitimin karşılığı olan “éducation” kelimesinin Alman sosyal bilimcisi Eric Fromm’a göre, çıkartmak, ortaya koymak anlamına gelen Latince “educucere”den, Fransız eğitim filozofu Olivier Reboul’a göre de, hayvanları veya bitkileri yetiştirmek anlamına, yaygın olarak da çocukların bakımını üstlenmek anlamına gelen Latince “educare” kelimesinden türetildiğini ileri sürerler. Burada iki farklı kelime arasında bir çelişki varmış gibi gözüküyor ise de, tam tersine, birey ve toplum ilişkisinde olduğu gibi, bunlar esasında anlam bakımından birbirlerini tamamlıyor. Bunu içindir ki, eğitimi, bir sosyolojik olarak bir de psikolojik olarak açıklamak gerekiyor.
Sosyolojik görüşe göre eğitim; yetişkinlerce gençler ve çocuklara kendi deneyimlerini aktarmaları gereken bir eylemdir. Bu eylem, geçmişin ve ataların gelenek ve göreneklerini çocuklara aktarmayı da içermektedir. Ayrıca, gençlere ve çocuklara yaşamını sürdürecekleri topluma dahi iyi uyum sağlayabilmeleri için toplumun yaşamsal bilinçleri ve kültürlerini onlara aktarmaları da gereklidir. Psikolojik görüşe göre ise eğitim; her bireyin yeteneklerini en iyi şekilde öyle geliştirmeli ki, bu geliştirme, bireyin gelecekteki başarılarının temelini oluşturmalıdır.
Sosyolojik görüşe göre eğitim için önemli olan toplumdur. Bireyin zekâsını, algısını ve ahlaksal duyarlılığını toplum biçimlendirir. Bu görüşte bir otoritenin olması ve öğrencin de bu otoriteye boyun eğmelidir. Bu sistemde bilgiler gençlere öğretmenler tarafından aktarılmaktadır. Bu aktarmayı kolaylaştıracak teknikler de bulunmuştur. Bunlar ezber, tekrar ve sınavlardır. Bu görüşe göre öğrencilerin bireysel girişimleri, yaratıcılıkları söz konusu değil, tam tersine bunlar, büyüklere göre çocuklar için tehlikelidir. Buna, Sosyolog Doğan Ergin’e göre Resmi Eğitim görüşü veya Geleneksel Eğitim adı verilir.
Psikolojik görüşte eğitim için önemli olan insandır. Burada, insanın özgürlüğü, girişimciliği, yaratıcılığı, kendi yeteneğini geliştirmelisi, sorgulayıcı oluşu gibi özellikler ön plana çıkar. Sayın Ergün’e göre geleneksel eğitime tepki olarak ortaya çıkan bu görüşe Yeni Eğitim adı verilir.
Dünya’da ve ülkemizde her iki görüşü savunan eğitimciler mevcuttur. Ancak, “Sosyolojik görüşün eğitim anlayışı, insana ait her şeyin toplumdan geldiğini iddia etmek ne kadar katı ise, insana ait her şeyin insanın kendinden, bireyden geldiğini iddia eden psikolojik görüşün eğitim anlayışı da o kadar yanlış ve katıdır. Esasında, eğitimde önemli olan bu iki görüş arasında bir uzlaşma sağlayarak bir senteze ulaşmaktadır.
Devlet-Din bağlamında ve insan, toplum ve eğitim konusunda yukarıda özetlemeye çalışılan bilgiler doğrultusunda, Cumhuriyet’in ilanından hemen önce ve sonra ülkemizde neler yapıldığını ve ne gibi sonuçların alındığını belirtmek gerekir.
Yüzyıllarca, Osmanlı İmparatorluğu’nda padişaha tanınan egemenlik hükmü, 1921 Anayasasıyla “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” maddesiyle halka verilmiş oldu. Bu, Cumhuriyet ve Demokrasi için önemli bir adımdır. Elbette ki bu kararın alınmasından sonra, Osmanlı Saltanatının bir önemi kalmıyordu. 1 Kasım 1922 tarihinde Osmanlı Saltanatı kaldırıldı. Tarihi süreç içinde zaman zaman ön plana çıkıp halkın egemenliğini engelleyen ikinci güç, hilafet makamı idi. Esasında İslam’da var olmayan hilafet makamı bir şekilde Araplar tarafından ihdas edilerek egemenlik konusunda, ülkelerinde etkili kılındı.
1517 tarihinde Yavuz Sultan Selim, Mısır’ı fethettikten sonra halife Elmütevvekil İstanbul’a getirildi ve Halife, hilafet hakkını Yavuz Selim’e devrettiği söylenir. O’da bunu kabul ederek Osmanlı’larda Saltanat ve Hilafet makamı bir padişah şahsında birleşmiş oldu. Ancak, hilafet yetkisi II. Abdülhamit dönemine kadar hiçbir padişah tarafından kullanılmadığı bilinmektedir.
Araplarda saltanat ve hilafet makamı zaman zaman farklı kişiler tarafından temsil edildiğinden, Osmanlılarda sadece padişah tarafından yürütülen bu iki makam sorunu, saltanatın ilgasıyla hilafet sorunu da Türkler için çözülmüş olmasına karşın Müslüman Dünyası için pek de çözülmüş gibi görünmüyordu. Bunun için, önce 18 Kasım 1922 tarihinde hilafet makamı ihdas edildi ve Abdülmecit Efendi halife seçildi. Daha sonra 3 Mart 1924 tarihinde hilafet kaldırıldı. Bu şekilde bizim için olduğu gibi bütün Dünya Müslümanlarına Cumhuriyet ve Demokrasi yolu açılmış oldu. Bunun için sadece bizim değil esasında bütün dünya Müslümanların Mustafa kemal’e şükran borcu olmalıdır.
19 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyetin ilanından sonra, 24 Mayıs 1924 Anayasasının kabulü, din farkına bakılmaksızın herkes için geçerli olan Medeni Kanunları (17 Şubat 1926) kabulü, özellikle 1924 Anayasasında ikinci madde olan “Devlet dini İslam’dır” hükmünün Anayasadan çıkartılması laiklik, dolayısıyla Türk Demokrasi için son derece önemlidir.
Günümüzde, laiklik konusunda hiçbir sorunu kalmamış olan Fransa’da kiliseyle devlet 9 Aralık 1905 tarihinde bir yasayla ayrılmıştır. Bu yasaya göre: “Devlet hiçbir dini tanımaz, hiçbir din ehline maaş vermez, hiçbir dini teşkilata maddi yardımda bulunamaz.” Din görevlilerinin oturdukları bina ve saraylar, 31 Temmuz 1906 tarihinde kabul edilen yasayla devlete devredildi. Fransız Katolikleri tarafından fiilen kabul edilen bu durum uzun zaman Vatikan tarafından kabul edilmedi. Bu yasa ancak, Papa Pie XI döneminde 1924 tarihinde kabul edildi.
Aynı tarihlerde Türkiye’de laiklik ve eğitim konusunda önemli adımlar atıldı. Daha önce yazıldığı gibi 1924 Anayasasından “Devletin dini İslam’dır” maddesinin çıkartılmasıyla birlikte, çok başlılığının egemen olduğu, Türk eğitiminde 3 Mart 1924 tarihinde “Öğretim Birliği” yasasının kabulüyle büyük bir inkılâp yapılmış oldu.
Bu yasaların kabulünden önce Mustafa Kemal, değişik zaman ve mekânlarda; “Milletimizin, memleketimizin Dar-ül irfanları bir olmalıdır. Bütün memleket evladı, kadın, erkek aynı surette oradan çıkmalıdır.” “Bir milletin terbiye-i bedeniye, terbiye-i fikriye ve ahlak iyesinin birliği, düşünce birliğini vücuda getir” ve “Ben bir tek maarif biliyorum, o da Devlet Maarifidir. İstikamet bir, emir bir hedef bir maişet (geçim) ve terakki bir olmalıdır” şeklindeki sözleriyle “Öğretim Birliği Yasası”nın çıkmasına zemin hazırlamıştır.
Çağdaş uygarlığı yakalanmanın çağdaş eğitimden geçtiğini çok iyi bilen Mustafa Kemal, Söylev’inde: “Çok işler yapılmıştır, ama bugün yapmaya mecbur olduğumuz, son değil, lakin çok lüzumlu bir iş daha vardır. Yeni Türk harflerini çok çabuk öğretmelidir. Her vatandaşa, kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya öğretiniz. Bunu vatanperverlik, milliyetperverlik vazifesi biliniz. Bu vazifeyi yaparken düşünüz ki, bir milletin, bir heyet-i içtima üyenin yüzde seksen doksanı bilmez, bu ayıptır. Bundan insan olanlar utanmak lazımdır” şeklinde yazmış olduğu düşüncesiyle yine aynı kaynakta yazdığı: “En nihayet bir sene, iki sene içinde bütün Türk Heyet-i içtima üyesi yeni harfleri öğreneceklerdir. Milletimiz, yazısıyla ve kafasıyla bütün âlem-i medeniyetin yanında olacağını gösterecektir” felsefesiyle yazı inkılâbının zorunluluğunu anlatıyor. Sonuçta 1 Kasım 1928 tarihinde Yeni Türk harflerinin, TBMM kabulüyle, herkese okuma ve yazma kolaylığı sağlandı.
Öğretim Birliği yasasıyla, yazı inkılâbı Türkiye Cumhuriyeti eğitim sisteminin kuruluş mantığı ve esasları yönünden temel taşlardır.
Türk insanları arasında eşitliğin, kardeşliğin ve özgürlüğün sağlanabilmesi için, her şeyden önce onları okur-yazar kılmalı, ülkü birliği, kıvanç ve tasa birliği sağlayabilmek için de öğretim birliğinin sağlanması gerekiyordu. Bütün bunları yapabilmek ancak kolay öğrenilen harflerle olurdu. Bunun içindir ki, millet mektepleri, halkevleri kuruldu.
“Teşkilatın diğer ayrıntılarına bakacak olursak işe köyden ve mahalleden ve mahalle halkından yani fertten başlıyoruz. Fertler sorgulayan insanlar olmadıkça, haklarını kavramadıkça, bunlar başkalarının istekleri doğrultusunda kimileri tarafından iyi veya fena yönlere sevk olunabilirler. Kendini kurtarabilmek için her ferdin mukadderatıyla bizzat alakadar olması lazımdır. Aşağıdan yukarıya, temelden çatıya doğru yükselen böyle bir müessese elbette sağlam olur. Şüphe yok, her işin başlangıcında aşağıdan yukarıya doğru olmaktan çok yukarıdan aşağı olmazı zarureti vardır” sözleriyle, Cumhuriyetin ilk yıllarında ki Türk toplumunun eğitim düzeyinin hangi noktada olduğunu belirten Mustafa Kemal, yukarıdan aşağıya doğru inebilmek için, diğer okullarla beraber mesleki ve teknik oluların açılmasını istiyordu.
Atatürk döneminde ilk, orta, teknik, meslek, tarım ve yüksek öğretimle ilgili alanlarda yeni kurum ve kuruluşlar açılmıştır. Bunlar arasında doğrudan doğruya onun eğitim ve öğretime ilişkin düşünceleri doğrultusunda olanların başında; Ankara Hukuk Okulu (1925), Konya Orta Muallim Mektebi (1926), Kız Enstitüleri, Bölge Tarım Okulları (1930), Türk Tarih Kurumu (15 Nisan 1931), Türk Dil Kurumu (15 Nisan 1932), Ankara Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi (1935), Köylerde Eğitmen Okulları (1937) gelmektedir.
Eğitim konusunda kaybolmuş zamanı kazanabilmek ve doğru eğitim verebilmek için, Atatürk yurtdışından birçok eğitim uzmanlarını davet etmiş, onlara geniş imkânlar vermiştir. Geçici bir çözüm olarak düşünülmesi mümkün olan bu eylemle yetinmemiş, gelecekleri parlak görülen öğretmenleri, bilgi ve görgülerini artırmak için yurtdışına göndermiştir. Her konuda olduğu gibi, eğitim konusunda da çok güvendiği gençliğe imkân verebilmek için, halen yürürlükte olan 1416 sayılı yasayı, yani bilim insanını yetiştirmek için yurtdışına öğrenci gönderme yasasını 1929 tarihinde çıkmasını sağlamıştır.
“Gençliği mutlaka ülkesini seven ve memlekete alakalı olarak yetiştirmek, herkesin, hepimizin, her devlet adamının başta gelen vazifedir.” Cümlesiyle Atatürk, gençliğe ve topluma verdiği önemi vurgulamıştır.
Cumhuriyetin ilanından sonra insanın eğitimi, toplumun ilerlemesi ve çağdaş uygarlığın seviyesine ulaşma konusunda yapılan işlerinin yakından araştırılması, bize insan ve insan yeteneğine önem verildiğini ve ona göre eğitilmesi gerektiğini göstermektedir. Aynı şekilde topluma da önem verildiğini, ancak toplumda var olan her geleneğin olduğu gibi değil de, bilim süzgecinden geçirildikten sonra kalıcı kılınmasının gerekliliğinin göstermektedir. Ayrıca bu araştırma, bir bakıma temel öğe insan olmak şartıyla, bilimsel yöntemlerle yerel sosyo-ekonomik ve kültürel değerlerinin araştırılıp envanterinin çıkarılmasıyla, ortak olabilecek değerleri Türk Milletinin ortak bilinci haline getirilerek Türk Ulusal kimliğini güçlü kılarak, ulusumuzun kimliğini uluslararası aşamada tekrar saygın hale getirmek ve diğer uluslarla barış ve huzur içinde yaşamayı önerdiğini bize anlatmaktadır.
Cumhuriyet’in ilanından sonra, sosyal, ekonomik ve bilimsel yönden ve var olan büyük sıkıntılara karşın, demokrasilerde, olmazsa olmaz kuralı dahilinde halkın eğitilmesi ve “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür….” Bireyler yetiştirilmek için, devlet ile din işleri ayrı tutulmuştur. Ayrıca, halkını daha kolay okuryazar olabilmeleri için diğer devrimlerle beraber harf devrimi yapılmış, halkevleri, halkodaları açılmıştır.
Bütün bunlar sadece herhangi bir siyasi partinin politikasından daha çok Türkiye Cumhuriyeti Devletinin eğitim politikaları olarak yapılmıştır. Bunların sonucunda; ülkü, kültür ve duygu yönünden Türklüğü ile iftihar eden, ulusunu ve vatanını seven, dinine ve Cumhuriyetine sahip çıkan, özgüvenleri güçlü, özgürlük ve sorumluluk duyguları yüksek insanlar yetişti. Bunlar da, Türk insanının kişiliğini ve Türk toplumunun kimliğini güçlü kılabilmek için, kişisel beklentileri olmaksızın, gönüllerini ve akıllarını ortaya koyarak, adeta “Bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine” düşüncesini gerçekleştirebilmek için, eğitimde seferlik ilan ettiler ve bu konuda bir hayli yol aldılar.
Ne var ki, talihsiz tarihi bir olay; II. Dünya Savaşı ve onun getirdiği yıkımlar, insanlık için acı oldu. Elbette Türkiye de bu sonuçtan etkilendi.
Çok partili döneme geçiş, Marshall yardımı, din istismarı, politikada yozlaşmalar, 27 Mayıs ihtilali, özgürlükler, anarşi, muhtıra, terör, yetmiş sente muhtaç olmalar, demokratik ve laik eğitime darbe, ekonomiyi liberalleştirme gerekçesiyle ülkemizdeki kurum ve kuruluşların yağmalanması, “en iyi biz yönetiriz” savıyla iş başına gelip ülkeyi en iyi soyanlar, yeşil kuşak, yeşil sermaye, küreselleşme, mavi kitap, din bezirgânlığı, dinselleştirilmiş politika vs. işte Türkiye’nin 65 yıllık kısa macerası…
Sonuç: uluslararası platformda, ekonomik, politik ve diplomatik yönünden itibarı sarsılmış bir Türkiye, en acısı, Nevruz kutlamalarında Türk bayrağını yere atma ve attırma küstahlığı, bütün bunlar insanın yüreğini kanatıyor.
Ayrıcı, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyelerinden Dr. E. YAZICI’nın, 2003 tarihinde yapmış olduğu “Türk Üniversite Gençliği Araştırması, Üniversite Gençliğinin Sosyo-Kültürel Profili” adlı bilimsel çalışması Üniversitelerde okuyan her dört gençten üçü çalışmak ve yaşamak üzere başka bir ülkeye gitmeyi düşlediklerini göstermektedir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyetin korunması, yüceltilmesi ve sonsuza kadar devam ettirilmesi konusunu kendilerine emanet ettiği Türk gençliğinin bu tutumu karşısında yeniden dirilişin destanını yazabilmek için ne yapılabilir sorusu, sorulmalıdır.
Günümüzün Türkiye’sinde bu kadar yetişmiş aydını, genci ve yaşlısıyla, Atatürk’ün ve bir avuç yürekli insanların o devirde yaptıklarının bir benzerini günümüzde yapamazsak, Türkiye’mizin geleceğinin çok parlak olmayacağını söylemek durumundayız.
KAYNAKLAR
(1)Arsal, Sadri Maksudi: Teokratik Devlet ve Laik Devlet, makale, Tanzimat I. M. E. B. Yayınları:3273, Bilim ve Kültür Eserleri dizisi:1184, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul. 1999.
(2)Ergün, Doğan: Sosyoloji ve Eğitim, V Yayınları, I. basım, Ankara, 1987.
(3)Fromm, Eric; Kendini Savunan İnsan, çev. Necla Arat, Say Yayınları, İstanbul, 1999.
Köknel, Özcan: Atatürk Çizgide Gençliğinin Eğitimi, Bildiri, Atatürk ve Eğitim, Türk Eğitim Derneği Yayınları, Ankara, 1981.
(4)Uysal, Şefik: Atatürk ve Çağdaş Eğitim, Atatürk ve Eğitim, Türk Eğitim Derneği Yayınları, Ankara, 1981.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder