Latince universalis sözcüğünden türetilmiş olan ve evrensel anlamına gelen “üniversite” sözcüğü, günümüzde tüm dillerde benzer şekilde ve anlamda kullanılmaktadır. Gelişmiş ülkelerde üniversiteler, bilimsellikten ödün vermeksizin “bilim yapılan kurumlar” olarak bilinmektedir. Bu kurumlarda; bilimin nesnelliğinden, evrenselliğinden, akla, deneye ve gözleme dayalı oluşundan hiç ödün vermeden sebep sonuç bağlamında sürekli olarak insanlık için yararlı bilimsel bilgiler üretir ve bu bilimsel bilgiler tüm insanlığın her alanda hizmetine sunulur. Bu kurumlarda bilimsel bilgi üreten kişiler tüm politik ve dinsel inançların dışında duygusallıktan arınmış, ancak bilimin gereklerini yerine getiren dürüst, adaletli, tüm insanlara aynı gözle bakabilen, etik anlayışlarından ödün vermeyen erdemli insanlardır. Onlar, herhangi bir gücün önünde ödün vermeden, alçak gönüllüklerinden de ayrılmaksızın dimdik ayakta duran, ancak “GERÇEK” i arayan dürüst insanlardır ve öyle de olmalıdırlar.
Üniversitelerde gerçek bilim insanlarının taşımış oldukları bu özelliklerinden dolayı özellikle özde demokratik olamayan ancak sözde demokratik olduğunu iddia eden politikacılar bu tür insanlara karşı önemsizlermiş gibi davranmakla yetinmeyip onları bir şekilde susturmak ve birbirlerine düşman ederek onları susturmak için her türlü girişimlerde bulunurlar.
Bir insanın beyni görevini yapamaz durumuna düştüğünde, nasıl ki o insan felç oluryorsa, benzer şekilde toplumun beyni olması gereken üniversiteler ve üniversite öğretim üyeleri gerçek işlevlerini yapamadığında, o toplum da güç duruma düşer. İşte, Türkiye'de Devlet üniversitelerin durumu bundan çok farklı değildir. Türk toplumunun gerçek sosyo-ekonomik ve kültürel sorunlarını belki de bu noktada aramak gerekir.
YÖK öncesi yürürlükte olan 1750 sayılı üniversite yasasının eksikliklerin olmadığın söylemek kesinlikle mümkün değildir. Ancak onun eksikliklerini gidermek için bu yasanın ilgası ve bugün yürürlükte olan 2547 Sayılı YÖK yasasını ikamesi mi gerekiyordu? Bu konuda başka bir çözüm bulunamaz mıydı? Şimdilik bunun da doğruluğunu kabul edelim. Peki, bu YÖK yasasını da kesinlikle sulandırmak mı gerekiyordu?
Bilindiği gibi YÖK yasası ilk çıktığında üniversite rektörleri üçlü imzayla atanırlardı. Atanan rektörlerin üniversitelerini, ödün vermeksizin tarafsız bir şekilde yönettiklerini de bir an için kabul etmiş olalım.
YÖK yasasının rektör atama maddesini 1992 yılında değiştiren politikacıların gerekçesi üniversitelere biraz daha demokrasi getirmek değil miydi? Bu yasaya göre üniversite öğretim üyelerinin, sözde kendi iradeleriyle, üniversitelerinden Prof. olmak şartıyla altı aday seçip almış oldukları oy sıralamasına göre bir listeyi YÖK’e gönderilmekte. YÖK’te yasalara göre aday listesini yeniden oylayarak altı aday sayısını üçe indirerek yeni bir liste düzenleyip üç adaydan birini seçmek üzere cumhurbaşkanına göndermektedir. Cumhurbaşkanı da tüm politik ve dinsel inançlarından arınmış olarak bilimsel ve etik olarak üç adaydan en uygun olanını rektör olarak atanmasını uygun görür diyelim. Burada demokrasinin işletildiğini söyleyebilir miyiz? Gerçek demokratik toplumlarda, en küçük birimlerinde bile en azından kendilerini ilgilendiren konularda kendi kararlarını kendileri vermezler mi? Ayrıca üniversitelerde en yetkili kişiyi kesinlikle demokratik yöntemle mi seçmek gerekir? Bu da irdelenmesi gereken bir başka konu.
Yukarıda yazılan yönteme göre atanmış olan rektörlerin eylemlerinde kesin bir şekilde özgür olduğu söylenebilir mi? Bu insanların politik veya dinsel inançlarından bağımsız olarak, bilim insanlarına yakışır bir şekilde kararlarında tarafsız olduğu düşünülebilirin mi? Onlar gelecek seçimlerde kendilerine veya kendisiyle aynı düşüncede olanlara oy verebilecek olanların akademik kadrolara atamasını uygun görebilirler mi?
Evet, günümüzde tüm devlet üniversitelerin tartışmasız bir şekilde bu yöntemden dolayı en az ikiye bölünmüş olduklarını söylemek mümkündür. Bu şekilde ikiye ayrılmış üniversitelerde rektörler ve öğretim üyeleri üniversitelerin geleceği olarak düşünülen araştırma görevlilerini sınavla seçerken; bilimsel ölçütlere göre mi, yoksa tarafgirliklerine göre mi karar verecekler? İşin ilginç yanı bilimsel tarafsızlığı şüpheli olan bu tür öğretim üyelerinden bilimsel tutum ve davranışı öğrenmek durumundaki araştırma görevlilerinin bilimsel anlayışın tarafgirlik olarak sanmaları veya öyle görünmelidir.
İkinci eğitim veya sıkça söylendiği gibi gece eğitimi üniversitelerin çöküşünü hazırlayan bir başka faktördür. Kendilerinin eski öğrencisi olmakla övündüğüm felsfeci Ord. Prof. H. Ziya Ülken, sanat tarihçisi Ord. Prof. Suut Kemal Yetkin, eğitimci Prof. Dr. Bedii Ziya Egemen, tarihçi Prof. Dr. Neşet Çağatay, tarihçi Doç. Dr. Bahriye Üçok ve diğerleri kendi dönmelerinde haftada en çok altı -yedi saat derse girerlerken şimdikiler ikinci eğitim gerekçesiyle yasal olarak haftada en çok kırk saate kadar derse girebiliyorlar. Kendilerinin nur içinde yatmalrını dilediğim eski hocalarım, uzmanlığın dışında bir başka derse kesinlikle girmezlerdi. Şimdikiler ise para için ama yalnız para için uzmanlıklarına bakmaksızın alanlarıyla ilgili olsun veya olmasın, özellikle Anadolu üniversitelerinde her türlü derse giriyorlar. Kendi alanında dünyanın en büyük bilim insanı olsa bile bir öğretim elemanı haftada 40 saat, üniversiteye yakışır şekilde bir ders verebilir mi?
Burada devlet yöneticileri ile öğretim elemanlarının karşılıklı olarak adeta anlaştıkları büyük bir yanlışlık var: Politikacılar öğretim elemanlarının maaşlarına fazla zam yapmadan ikinci öğretimle onları susturuyor, onlar da çok sayıda derse girip ek ders ücretlerini alarak bilim yaptıklarını düşünüp maaşın düşüklüğüne ses çıkartamıyorlar. Böyle bir ortamda üniversitelerde gerçekten bilimsel çalışmalar yapılıp dünyanın en iyi yüz veya beş yüz üniversiteleri arasına girmek mümkün müdür? Kendimizi hiç kandırmayalım.
Bilim zordur, zor olduğu kadar da parasal gücü gerektirir. Bilinçsiz ve plansız bir şekilde her türlü bilimsel verilerin dışında bir mühür, bir müdür zihniyetiyle yalnız politik amaçla birçok üniversite birden açılırsa sonucun başka türlü olmasını bekleyebilir misiniz?
Üniversitelerin gerekliliğine gerçekten inanılıyor ise gerçek üniversitelerin açılması ve orada bilimsel çalışmaları yapacak bilim insanları, onların bilimselliğini anlayabilecek üniversite öğrencisi ve bilim yapmaya uygun fiziksel ortamın hazırlanmasına gerekir, bunun için de güçlü finansman gerekir.
1992 yılına kadar tüm devlet memurlarına yapılan maaş artışların aynısı akademik elemanlarına da verildiği gibi, buna ek olrak üniversite, asker, emniyet ve yargı mensuplarına özel bir tazminat verilirdi. Fakat şimdi bu tazminat onlara verilirken, üniversitede çalışan öğretim elemanlarına bu tazminat verilmemektedir.
Bu eksiklikler giderilip üniversiteler doğru düzgün bir duruma getirilemez mi? Kesinlikle getirilebilir, ancak ulusal iradenin bilime inanması ve “GERÇEK”in dostu ve sevdalısı olan bilim insanlarına önem vermesi gerekir. Ancak politikacılar, isteseler bile paradigmaları gereği bunu yapamazlar. Bu durumda yukarıda yazılan nedenlerden dolayı devlet üniversiteleri kalite yönünden daha da açınacak bir duruma düşecek ve belki de yakın bir gelecekte, özellikle Anadolu üniversitelerin çoğu bilimsel yönden çok şey kaybedip lise düzeyine ineceklerdir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder