Felsefenin günümüze kadar devam eden, bundan böyle de devam edecek olan problemlerden biri hiç şüphesiz Mutlak Varlık’ın varlık oluşudur.
Felsefe tarihi incelediğinde değişik ad ve anlayış altında O’nun varlığı kimi filozof tarafından kabul, kimi filozof tarafından ise inkâr edilmiş olduğu görülecektir. Bu da saf akılla Mutlak Varlık’ın ispatı kadar inkarın da mümkünmüş gibi görünmesinden veya Etienne GİLSON’un bir eserinde yazdığı gibi “Tanrı varlığının bir bilgi konusu olmaktan çok bir postulat oluşundan ileri gelmektedir” . Bu düşüncenin sonucu olarak Mutlak Varlık’ın varlığı konusunda düşüncelerini ifade etmiş olan filozofları dört guruba ayırmak mümkündür:
1-Mutlak Varlık’ın var olduğuna gerçekten inanıp, O’na kendilerini teslim ederek O’nun varlığını veya yokluğunu artık kendilerine sorun yapmayanlar ki bunlar özellikle mutasavvıflardır.
2-Mutlak Varlık’ın varlığından şüphe edenler. Bu gurupta bulunanlar bütün hayatları boyunca, bütün çalışmalarında dolaylı veya dolaysız olarak O’nun varlığını ispatlamaya çalışırlar. Esasında onlar Mutlak Varlık’ı başkalarına değil kendilerine kabul ettirmeye çalışırlar.
3-Mutlak Varlık’ın var olmadığına gerçekten inanıp, O’nun varlığını veya yokluğunu artık kendilerine sorun haline getirmezler.
4-Mutlak Varlık’ın var olmadığından şüphe ederler ki bunlar her ne kadar Tanrı yoktur diyorlarsa da esasında acaba var mıdır sorusunu kendilerine sürekli olarak sorarlar.
Bu durumda yirminci yüzyılın kendilerine verilen sıfatlarından da açık olarak anlaşıldığı üzere tanrıtanımaz (Ateist), varoluşçu filozof olarak bilinen J.-P. Sartre’ın bu gruplardan hangisine girebilir sorusu acaba biraz tuhaf karşılana mı? Tuhaf karşılanır mı diye soruyoruz, çünkü J.-P. Sartre eserlerinde tanrıtanımaz olduğunu açık olarak yazıyor. O, şöyle diyor: “Dostoyevski ‘Tanrı olmasaydı her şey mubah olurdu’ diye yazdı (işte bu tümce varoluşcuların çıkış noktasıdır). Gerçekten Tanrı yoksa her şey mubahtır, hiçbir şey yasak değildir, bu durumda her şey kişinin vicdanına bağlıdır. Bu demektir ki insan kendi başına bırakılmıştır. Vicdanın dışında, ne içinde bir destek, ne dışında tutunacak bir dal vardır. Yaptıklarına artık hiçbir özür cevap bulamayacaktır. Var oluş öz’den önce gelince, önceden belirlenmiş ve tanımlanmış bir insan elbette ki söz konusu değildir. Başka bir anlatımla, insan için gerekircilik(gerekircilik) veya kadercilik söz konusu olamaz, çünkü insan özgürdür . J.-P. Sartre’a göre “insan özgür olmaya mahkûmdur, zorunludur”, zorunludur çünkü yaratılmamıştır. Kendi var oluşlarını gerçekleştirerek kendi öz’ünü yaratacaktır, dolayısıyla insan olabilmesi için kendini kendisi yaratacaktır. Özgürdür çünkü yeryüzüne geldiğinde veya Sartre’ın anlatımıyla insan yeryüzüne atıldığından, insan olabilmesi için, bütün eylemlerinden kendisi sorumlu olmalıdır. Böyle bir insanın, Sartre’a göre Tanrı’ya inanması, kendi varoluşu için tehlikelidir. Tanrı’ya inanmak, insana sorumluluklarını unutturur ve onu kaderciliğe sürükler. Oysaki Sartre için insan “varoluşu özden önce gelen “ bir varlıktır. Bu varlık vardır. Bu varlık, bu anlayışa göre belirlenmezden ve tanımlanamazdan önce de vardır. Bu varlık insandır, Heidegger’in deyişiyle bu “insan gerçeği”dir.
“Varoluş özden önce gelir. İyi ama ne demektir bu? Şu demektir: İlkin insan vardır. Yani insan önce dünyaya gelir, var olur, ondan sonra tanımlanır belirlenir, özünü ortaya çıkarır” .
İnsanın kendisine yabancılaşmasından ilk kurtuluşu Tanrı’yı inkâr etmekte gören Sartre “ya insan vardır ya da Tanrı, başka bir deyişle ya her şey Tanrı’dan geliyor, bu takdirde, artık hiçbir şey insandan gelmiyor veya hiçbir şey Tanrı’dan gelmiyor, bu takdirde her şey insandan geliyor” diye yazıyor . İşte bu düşünceleriyle Sartre, Tanrı’nın varlığını inkâr ediyor ve şunu ekliyor;”Tanrı olmadığına ve ölüp gideceğimize göre, her şeye izin vardır. Bütün deneyimler eşdeğerdedir ancak elden geldiğince çok sayıda deneyim edinmek yerinde olur” .
“İnsanı tanrılaşmak üzere yeryüzüne atılan varlık” olarak gören Sartre, Tanrı’yı “İnsanın, sonsuzca çoğaltılmış insanın önceden üretilmiş imgesi olarak “ düşünmektedir ve “insan bu imgenin karşısında onu memnun etmek için çalışmak zorundadır. O halde insan o imgeyle, saçma ama engin ve titiz olan, bir ilişki içindedir. İşte yok edilmesi gereken ilişki işte bu ilişkidir, çünkü bu, kendisiyle doğru olan bir ilişki değildir. İnsanın kendisiyle doğru ilişkisi ne isek o olduğumuz zaman ki ilişkidir, yoksa sisli bir biçimde o tür kendimizle olan bir ilişki değildir” .
Bu düşüncelerin dışında J.-P. Sartre 1943 yılında yayınladığı “L’Etre et Le Néant” adlı eserinde tanrıtanımazlğlın doğruluğunu göstermek için çaba gösteriyor. Bu kitabında “Ben Tanrı’nın kendinden (en-soi) bir varlık olması gerektiğini, yani bir sonsuz kendisi için (pour soi) varlığı barındıran bir sonsuz kendinden varlık ve bu kendisi için kendinde kavramının da varlığına bir kanıt teşkil edemeyeceğini göstermeyi denediğini” yazmaktadır.
Bu alıntılardan ve J.-P. Sartre’in “dinsizlik yavuz ve uzun soluklu bir girişimdir; bu işi sonuna dek vardırdığımı sanıyorum” şeklinde yazmasından sonra halen onun yukarıda yapılan sınıflamalardan hangisine girdiğini sormak elbette ki tuhaf görünecek ve o, şüphesiz Tanrı’nın varlığını kabul etmeyenler grubuna girer denecektir.
Ancak, “Tanrısız adam Tanrı ile hiç ilgilenmez, çünkü bir kere var olmadığına karar vermiştir onun” şeklinde yazmasına karşın J.-P. Sartre eserlerinin çoğunda Tanrı’nın varlık problemini sürekli gündeme getirir.
Elbette ki bütün bunların bir açıklaması vardır. İşte bu açıklamanın sebeplerini bulabilmek için J.-P. Sartre’ın dönemine, yaşadığı ve içinde büyüdüğü sosyal ortama bakmak gerekir.
Yirminci yüzyılın ilk yıllarında Paris’te doğan J.-P. Sartre baba sevgisini pek tatmadan çocuk yaşta yetim kalır. Önceleri o, koyu bir Katolik olan annesiyle beraber, sonra Protestan bir dede ve şüpheci bir anneannenin evinde bir sığıntı gibi kalır. Bir müddet sonra dul annesinin evleneceği üvey babası ise sevgiden daha çok dehşet ve korku verir. Bu arada J.-P. Sartre Perşembe günleri kilisenin okuluna devam eder ve ilk haksızlığa burada uğrar. Bir gün öğretmenine “Tutku” üzerine yazılmış bir kompozisyon verir. Yazı metni ailesini o derece mutlu etmiş ki annesi onu kendi el yazısıyla yeniden yazmış. Fakat J.-P. Sartre bu yazıyla öğretmeninden beklediği sonucu alamaz. Okulda bu kompozisyon ancak ikinci olabilmiş. Bu haksızlık genç Sartre üzerinde şok etkisi yapar hatta kendi anlatımıyla kendisini inançsızlığa götürür. Bir müddet sonra da kilise okulunu terk eder. Bu olaydan sonra birkaç yıl yaradan ile açık ilişkilerini sürdürmüş ancak tek başına kalınca da yaratanı artık aramaz olmuş. Sartre bir defalık O’nun var olduğun duygusuna kapılmış. “Kibritle oynamış küçük bir halıyı yakmıştım; Tanrı beni gördüğünde müthiş cinayetimi örtbas etmekle uğraşıyordum, kafamın içinde ve ellerimin üzerinde Bakışı’nı hissettim; feci derecede ortada olan canlı bir hedef gibi dönüp duruyordum banyo odasında. Kızgınlık kurtardı beni; böyle bir dikkatsizlik karşısında köpürdüm, küfrettim, büyük babam gibi:’Hay Allah’ım ya Rabbim, hay Allah’ım ya Rabbim’ diye mırıldandım. Bundan sonra hiç bakmadı bana” .
J.-P. Sartre’ı inançsızlığa götüren başka bir sebep dogmaların çatışması değil büyükbabası ile büyükannesinin ilgisizlikleridir. “Bununla birlikte inanıyordum; gecelikle yatağımın kenarına diz çöküp, ellerimi birleştirip her gün dua ediyordum, ama gittikçe daha seyrek düşünüyordum Tanrı’yı” .
Çocuksu inanıştan, haksızlık ve ilgisizlik yüzünden inkâra doğru ilerleyen J.-P. Sartre, bir müddet sonra şunu söylecektir: “1917’de, La Rochelle’de, bir sabah, benimle birlikte liseye gelecek arkadaşları bekliyordum; arkadaşlarım görünürde yoktu, az sonra kendimi oyalamak için ne edeceğimi şaşırdım ve Yaradan’ı düşünmeye karar verdim. Bir anda gökte yuvarlandı ve hiçbir açıklama yapmadan yok olup gitti; nazik bir şaşkınlıkla kendi kendime: Tanrı yok dedim ve bu işin orada bittiğine inandım. O günden bu yana onu yeniden diriltmek için en ufak bir ilgi duymadığıma göre bir bakıma iş gerçekten bitmişti” .
J.-P. Sartre’ı Mutlak Varlık’ın inkârına götüren sebepler zincirini uzatmak mümkündür. Fakat burada bu kadarıyla yetinilecektir. Ancak inançsızlığı yüzünden J.-P. Sartre’a yapılan tenkitlerin kısaca hatırlatmakta yarar vardır:
J.-P. Sartre “Les Mots” adlı otobiyografisinde kendisine Tevrat ile İncil’in okutulmuş olduğunu yazmış olmasına rağmen yazar Charles Moeller, onun gerçek din hayatının ne olduğunu sezmek için hiçbir duygu antenine sahip olmadığını ve İncil’in bir tek parçasını, tasavvufa ait tek bir kitabı hiçbir zaman okumadığını söylemektedir. Ayrıca, babasız kalmak sanki Sartre’ın elindeymiş gibi, Charles Moeller, onun ciddi bir deneyimden, babalık deneyiminden daima yoksun olduğunu, daha doğrusu, Allah’ın anlamını babalığın anlamıyla birleştiren gizli bağlılıktan yoksun kaldığını ilave etmektedir . Fakat aynı durumdan J.-P. Sartre’ın kendisi de şikâyetçi olup şöyle söylemektedir: “Allah beni ıstıraptan kurtarabilirdi: altında O’nun imzası bulunan bir şaheser olabilirdim” .
J.-P. Sartre’ın ateist olması için, adeta bütün şartlar mevcuttu. Dindar olmayan, hatta dinle alay eden büyükbaba ve büyükanne. Din hakkında fazla bilgisi olmayan, bu konuda cahil sayılabilecek, ancak koyu Katolik bir anne, Tanrı hakkında olumsuz düşünceleri yüzünden kendisini acımasızca tenkit eden dindar bir gurup. İşte bütün bunlar J.-P. Sartre’ı yalnızlığa ve tanrıtanımazlığa götürüyordu. Fakat yine de Sartre’da az da olsa Mutlak Varlık’ın var olmayışı hakkında bir şüphesi vardı: “Varoluşçuluk Tanrı’nın yokluğunu ispata çalışmaz. Böyle bir çabayla kendini yormaz. O, şuna bakar daha çok: Tanrı var olsaydı yine de bir şey değişmeyecekti, işte bizim ana görüşümüz budur. Elbette Tanrı’nın varlığına inandığımızdan değil; sorunumuz O’nun varlığı ya da yokluğu sorunu olmayışından geliyordu bu. ‘Bizim sorunumuz bu değil’ diye düşünmemizden geliyor” . J.-P. Sartre, şüphesini şu cümlelerle açık olarak ifade etmektedir: “Benim Allahsızlığım geçicidir. Benim Allahsızlığım Allah’ın kendisini bana henüz ifşa etmediği olayına bağlıdır” .
J.-P. Sartre, ölümünden birkaç yıl önce yakın arkadaşı Simone de Beauvoir ile yaptığı bir söyleşide şüpheciliğini aynen şu cümlelerle dile getiriyordu: “Tanrı’ya inanılmasa bile bizde yer eden ve dünyayı bize ilahi görünüşlerle gördürten Tanrı düşüncesinin öğeleri vardır. Ben, kendimi yeryüzünde görünüveren bir toz parçası gibi değil de beklenen, oluşumuna meydan verilen, biçimi önceden düşünülen bir varlık gibi hissederim, sözün kısası yalnızca bir yaratıcıdan gelebilirmiş gibi olan bir varlık olarak ve işte beni yaratmış olabilecek olan bir yaratıcı eli düşünmek beni Tanrı’ya götürür. Doğaldır ki, kendimi düşündüğüm her zaman bulup çıkardığım açık ve belirgin bir düşünce değildir bu; benim öteki birçok düşüncemle çelişir; ama bulanık halde oradadır” .
J.-P. Sartre “Şeytan ve Yüce Tanrı” adlı eserinde Tanrı’nın yok oluşunun bir açıkgözlük olarak göstermekte, fakat aynı yerde yine Tanrı’ya şükür etmekte de geri kalmıyor . Aynı eserin ileriki sahifelerinde Tanrı’nın varlığı hakkında ilgisiz kalmağa çalışan Sartre, “Varoluşçuluk” adlı eserinde de O’nun yokluğunun getirdiği sıkıntıları dile getirmektedir: “Tanrı’nın olmaması çok sıkıntılı bir durum yaratır. Tanrı ortadan kaldırılınca, kavradığımız evrendeki değerleri bulmak olanağı da ortadan kalkar: Bizim adımıza iyiyi düşünecek sonsuz ve yeterli bir bilinç(yani Tanrı) var olmadığından, “iyi” diye “önsel” bir şey de var olamaz artık; çünkü iyinin var olduğu ve kişioğlunun dürüst olması, yalan söylememsi gerektiği hiçbir yerde yazılı değildir artık; çünkü biz, ancak var olduğu bir ortamda yaşarız artık”.
Varoluş felsefesinin temellerini açıkladığı “L’Etre et Le Néant” adlı eseriyle birlikte (2009 yılında çeviri yapıldı) roman, tiyatro ve deneme yazılarına ait bütün kitapları dilimize çevrilmiş olan J.-P. Sartre, altmışlı ve yetmişli yıllarının Türkiye’sinde katıksız bir tanrıtanımaz olarak bilinirdi. Bunun sonucu olarak da, o yıllarda Türkiye’de tanrıtanımazlık bir moda idi.
Günümüzde ise ne Türkiye’de ne de Avrupa’da, J.-P. Sartre’ın varoluşçu felsefesinden artık konuşulmaz oldu. Ancak, bugün gerçek bir dine doğru bir kıpırdanışın başladığı Avrupa ülkelerinde samimi dindarlara karşı olduğu kadar dinsizlere de saygı gösteren demokratik bir toplumun oluşmasında, yukarıda ki gruplamada hangisine girerse girsin, J.-P. Sartre’ın katkıları elbette ki inkâr edilemez. Bugün, felsefe ve demokratik kültürün oldukça uzağında olan toplumumuzun genelinde böyle bir hoşgörüyü görmek güç, hatta imkânsızdır.
Ulusumuzu, çıkarcı insanların inanç yönünden bilimsel ve politik alanlarda tüccarlık yapmalarına fırsat vermemek için, yalnız aydınlar sınıfına değil, halkın tümünü, inanlara olduğu kadar inanmayanlara da hoşgörüyle davranabilecek düzeye getirmek için, ülkemizde gerçekten demokratik bir kültüre ihtiyaç vardır. Bunun için de, cesaret, daha da önemlisi samimiyet gereklidir. Aksi takdirde, ulus olarak, Avrupa’nın karanlık Ortaçağ düzeyine düşebiliriz.